[B][FONT="Comic Sans MS"]Oryantalizmin disiplin olarak belirdiği zamanlarda emperyalizmin de boy göstermiş olması dikkat çekicidir. Bu da oryantalizmin, emperyalizmin ihtiyacı olan bilgi desteğini sağladığını gösterir. Bunun çarpıcı örneklerinden birisi de, Napolyon’un Mısır’ı işgali sırasında pek çok bilim adamını da yanında götürüp, Mısır hakkında 23 ciltlik kitap yazdırmasıdır.(7)

Bu bağlamda oryantalizmin bir toplum ve kültür mühendisliği olduğu söylenebilir. Başka deyişle oryantalistler, Müslüman halkları Batı uygarlığının çıkarlarına göre yeniden yapılandırmayı amaçlıyordu.



Oryantalizm(istişrak) , yaptığı çalışmalarla misyonerlere malzeme hazırlamış, onların İslam ülkelerinde girişecekleri faaliyetlerde yardımcı olmuştur.Batılıları şarkiyatçılığa teşvik eden bazı önemli faktörler vardır:


1-Dinî Sebepler: Oryantalizmin kuruluşunun arkasında duran ve uzun zaman boyunca hiç ayrılmadığı dinî hedefleri şu şekilde sıralanabilir:

a)Hz.Muhammed (s.a.v.)’in risaletinin doğruluğu hakkında şüphe uyandırmak ve hadislerin Müslümanlar tarafından ilk üç asırda uydurulan sözler olduğunu iddia etmektir.

b)Kur’an-ı Kerim’in yüce Allah kelamı olduğu hakkında şüphe uyandırmak ve Kur’an’ı kötülemek.

c)İslam fıkhının değerini küçük göstermek, İslam fıkhının Roma hukukundan alınma olduğunu ileri sürerek bunu pekiştirmek.

d)Arapça’yı küçük düşürüp, anlaşılmaz olduğunu iddia etmek.

e)İslam’ın, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarına dayandıklarını ileri sürmek.

f)Misyonerlikle Müslümanları, Hıristiyanlaştırmak.

g)Zayıf haberlere ve uydurma hadislere dayanarak görüş ve teorilerine güç kazandırmak.(8)

2-Siyasî Sebepler: Başta dinî sebeplerle gelişen Oryantalizm, zamanla siyasi bir hüviyet kazanmış ve şu siyasî hedefleri gözetmiştir:

a)Müslümanların yaşadıkları ülkeleri sömürge haline getirebilmek; buraları en iyi şekilde(!)idare edebilmek için de kolonilerdeki memurlarını yerli halkın dillerini, edebiyatlarını ve dinlerini öğrenmeye teşvik etmek.

b)Müslümanlar arasındaki kardeşlik ruhunu zayıflatıp, onları birbirinden ayırmak suretiyle zayıf düşürmek, böylece Batının üstünlüğünü ve hükmünü onlara kabul ettirmek.

c)Yerli şivelere önem vermek ve yaygın adetleri etüd etmek.


3-Ticarî Sebepler: Özellikle Batıda, sanayi devriminden sonra yatırımlar yapmak isteyen ve ürünlerini pazarlamak isteyen Batılı büyük şirketler, İslam ülkelerini tanımak için, bu ülkeler hakkında rapor yazan araştırmacılara yüklü miktarda para vermişlerdir. Bu da oryantalistlerin çalışmalarını arttırmıştır.


4-İlmî Sebepler: Oryantalistlerin çok az bir kısmı sadece gerçeği öğrenmek; Doğu kavimlerinin medeniyetlerini, dinlerini, kültürlerini ve dillerini öğrenmek için araştırma ve tedkike yönelmiştir. Bu nevi oryantalistler, kasden iftira ve tahrif yapmadıklarından İslam’ı anlamakta başkalarına nazaran daha az hataya düşmüşlerdir.(9)Bunla rdan bazıları İslam’ın gerçeklerini anlayıp Müslüman olmuşlardır. Mesela; Fransız asıllı Diniye adlı oryantalist, yaptığı araştırmalar neticesinde Müslümanlığı seçmiştir.


Bir de şu hususu belirtmek gerekir ki, müsteşrikler İslamî ilimlerin her bir dalında, alanın temel kaynakları ile ilgili tenkitli veya tenkitsiz ana kaynakları neşretmişlerdir. İlk olarak Hollandalı müsteşrik Juynboll tarafından neşredilen ve İslam vergi hukukunun en kadim kaynaklarından birisi olan Yahya b. Âdem’in Kitâbu’l-Harac’ını 30 küsur yıl sonra neşreden Ahmed Muhammed Şâkir, bu esere yazdığı mukaddimede şunları söylemektedir:”Selef-i salihin’imizin eserlerine keşke biz sahip çıksaydık. Zira bu eserlerden istifade etmenin yolunu bize açan ve o defineleri önümüze seren onlardır. Hiçbir kıymetli kitap yoktur ki, daha önce Avrupalı Şarkiyat âlimleri tarafından neşredilmiş olmasın. Bizler ise uyuyoruz ve elimizin altındaki hazinelerden habersiziz…”(10)


Ana hatlarıyla açıkladığımız bu faktörlere daha başkaları da eklenebilir. Şimdi de yaptığı çalışmalarla meşhur olan bazı oryantalistleri tanıyalım:


İ. Goldziher

Macar asıllı koyu bir Yahudi’dir. İslam Ansiklopedisi yazarlarındandır. Sâmi dilleri üzerine çalıştı. Tevrat, Talmud dersleri ve Yahudilik şuuru aldığı hocası Treudenberg’in gözetiminde 1833’de “Yahudiliğin Kur’an Üzerindeki Etkisi” konulu doktora tezini hazırladı. Suriye’ye gönderildi. Orada Tahir el-Cezairi ile beraber oldu. Mısır’a gitti. El-Ezher Üniversitesi’nde eğitim gördü. Muhammed Abduh’tan dersler aldı. “Tefsir Ekolleri” ve “İslam’da Akide ve Şeriat” isimli eserleri meşhurdur. Tezini “Kur’an-ı Kerim’in vahiy mahsulü olmadığı” fikrine bina etmiştir. Kur’an’a hermenötik metodlar uygulamış, İncil ve Tevrat’ın da hak kitaplar olduğunu ispata çalışmıştır. Vahyi tartışmaya açmak, İslam’ın temel itikadî esaslarının zedelenmesine zemin hazırlayacak, bu vesileyle İslam aleminin birliği daha kolay bozulacaktı. Goldziher yaşadığı dönemdeki faaliyetleri ile bu fonksiyonu icra etmiştir.(11)
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/showthread.php?p=101954


Ernest Renan

Saint Sulpice Koleji’nde İbranice öğrendi. 7 yıl süreyle bir papaz okulunda eğitim gördü. 1845’de papazlıktan ayrıldı. Alman düşüncesinden etkilenerek Katolik inancından koptu. İnsanlığı ilgilendiren büyük meselelerin ancak liberal bir bilim yoluyla çözümlenebileceğini ispat için “Bilimin Geleceği” adlı eseri yazdı. 1850’de Bibliothegue Nationale’deki Süryanice el yazmalarını sınıflandırmakla görevlendirildi. 1852’de “İbn-i Rüşd ve İbn Rüşdçülük” teziyle doktorasını verdi. 1860’da Suriye’ye gitti. 1862’de College de France’ın İbranice kürsüsüne getirildi. 1864’de Mısır, Anadolu ve Yunanistan’a gitti. Hayatının son yıllarında Origines isimli eserini (İsrail Milletinin Tarihi) ile tamamlamaya çalıştı. 1892'’e öldü. E. Renan “İslamiyet ve Bilgi” adlı bir konferans da vermiştir. Burada İslam’ın gelişmeyi ve ilerlemeyi yok eden ve bilime engel olan bir din olduğunu ileri sürdü.


Renan’ın bu çarpık fikirlerine, Namık Kemal “Renan Müdafaanamesi” adlı eserinde karşı çıkmıştır. Namık Kemal eserinde Renan’ı şöyle tanıtıyor: “Engizisyonun kötülüklerini tenkit ede ede, her fenalığı dine bağlayan ve her dini aynı meziyette vehmeden bir münkir. Üstelik ele aldığı konuyu hiç de bilmemektedir. Nasıl olur denilebilir, bir Şark dilleri mütehassısı, bir akademi azası İslam’ı nasıl bilmez? Bilmez, Avrupalı Şark’ı bilmez”Namık Kemal bu eserinde Renan ve başka Avrupalı oryantalistlerin İslam dinini yanlış değerlendirdiklerini örneklerle açıklamıştır.


Renan’ın tezi akılla nakili çatıştırmaktı. Renan’ın düşüncesine göre, nakil karşısında akıl tek hüküm koyucudur. Dolayısıyla akıl, naklin yani vahyin üstündedir. E. Renan İslam dünyasında bu görüşü hâkim kılmak için çalışmıştır.


L. Massignon

Fransız asıllı bir Katolik misyoneridir. Aynı zamanda da misyoner cemiyetlerinin ruhanî lideridir. Mısır ve Şam ilim akademilerinin üyeliklerinde bulundu. Goldziher ile yakın temasları oldu. Araştırmalarını tasavvuf üzerinde yaygınlaştırdı. Bağdat’a gitti, Kahire’ye yerleşti. 1909’dan itibaren El Ezher’de, bir Ezherli kıyafetiyle derslere girdi. Hicaz, Kudüs, Halep, Şam ve İstanbul turları yaptı. 1922’de kendisine doktora unvanı verildi. İslam’da Sufi Şehid Hallac adlı eseri vardır.

Christian Snauch Hurgrange

Hollandalı bir müsteşriktir. ‘Mekke’de Hac Mevsimi’ tezi üzerine doktora yaptı. Çalışmasında haccın cahiliye döneminden kalma bir âdet olduğu iddiasını işledi. 1884’de Cidde’ye gitti. Mekke’ye girebilmek için bir süre bekledi. Ardından Abdulgaffar sahte adıyla Mekke’ye casus olarak girdi. Bir müddet Cava’da ikamet etti. 1912’de “Kur’an’daki İbrahim” adlı eseriyle gerçeğe uymayan pek çok iddiada bulundu. Macar müsteşrik Goldziher ile temaslarda bulundu. Hurgrange misali bize yeni bir münakaşa imiş gibi takdim edilen Hac ve Kurban tartışmalarının çıkış noktasının müsteşrik kaynaklı olduğu hakikatini açıkça göstermektedir.

İslam akaidini çökertmek gayesiyle faaliyet gösteren bu müsteşriklerin sayısı pek çoktur. Yukarıda ismini ve kısaca faaliyetlerini zikrettiklerimizin haricinde G. Von Grunebaum, P. Hitti, S. Wensink, P. Casanova,R.A. Nichkolson, H.Lammans bunlardan bazılarıdır. Bu şahıslar farklı konuları ele alıp, farklı sahalarda araştırmalarını yürütmüşler ve her biri kendi alanında İslam inancına zıt ve çarpık bir takım tezler geliştirerek İslam dini hakkında şüpheler uyandırmak istemişlerdir. Adı geçen bütün müsteşrikler-oryantalistler hep bu gayeye hizmet için araştırma yapmışlar, hadis müessesesine, İslam tarihine, akıl-vahiy münasebeti gibi konulara hep bu maksatla ele almışlardır.

ORYANTALİSTLERİN FİKİR VE ÇALIŞMALARININ İSLAM DÜNYASINA ETKİLERİ

Oryantalistlerin yukarıda değinmeye çalıştığımız bu tehlikeli ve hakikat dışı fikirleri fazla zaman geçmeden Mısır ve diğer İslam ülkelerine yayıldı. Özellikle sömürgecilerin kontrol ve işgali altındaki Mısır, bu tür fikir ve düşüncelerin merkezi haline geldi. Dikkat edilirse yukarda kısaca tanıttığımız Oryantalist/Müsteşrik’lerin hemen hepsi El-Ezher’de eğitim görmüş veya burada doktorasını vermiştir. Zira o dönemin İslam ilimlerinin eğitim merkezi El-Ezher idi. Bu sebeple buraya yönelmişlerdir. Hepsinin maksadı aynıdır. Ortadoğu ve Hicaz Bölgesi’nde mevcut İslam inancına uymayan bâtıl bir itikat geliştirmek suretiyle buraları Osmanlı’dan koparmak ve Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden çıkan bu toprakları başta İngiltere olmak üzere Batılı devletlerin birer sömürgesi haline getirebilmek. Fazla zaman geçmeden müsteşriklerin bu haince ve gayri ma’kul fikirleri kendilerine modernist diyebileceğimiz Cemaleddin Efgani (12), Muhammed Abduh(13) , Reşid Rıza(14), Seyyid Ahmed Han, Ali Abdurrazık, Kasım Emin tarafından savunulmaya başlandı.

Mısır’da başlayan bu tartışmalar ve fikri karışıklıklar başta Pakistan ve Hindistan olmak üzere bütün İslam âlemine yayıldı. Tanzimatla belirginleşen Batılılaşma sürecinde, modernizm sandığımızdan çok daha fazlasıyla içselleşti. Modernizm sadece zihinlerimizde değil elbette, çevremiz de önemli ölçüde modernizm tarafından biçimlendirilmiş durumda. Hem çevresi hem de zihni modernlikle biçimlenen aydınların (adlarının da ilhamlarının da Aydınlanma Felsefesi’nden geldiğini de hatırlayalım) İslam’ın oryantalist yorumunu akıllarına daha uygun görmeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Bu nedenle modernist/reformist ilahiyatçılar, oryantalistlerle/düşmanla işbirliği yaparak kendi tarihine ve geleneğine savaş açmışlardır.

Müslümanların modernizm ile yüzleşmelerinden itibaren özellikle Mısır’da Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh ile Hindistan’da Seyyid Ahmed Han örneklerinde olduğu gibi İslam’ın tarih içinde oluşturduğu geleneğin sorgulanması bahanesiyle Âlemlere Rahmet Hazret–i Muhammed (sav)’in sünneti tartışma konusu edilmeye başlandı.

Efgani, Abduh ve Ahmed Han’ın projeleri “İslam ile Modern Uygarlık arasında nasıl bir sentez yapabiliriz?” sorusunu eksen alıyordu. Daha açıkçası Efgani, Abduh ve Ahmed Han modernizmi neredeyse tartışmasız bir veri olarak alıyorlar, İslam’ı modernizme uygun olarak nasıl yorumlayacaklarının hesabını yapıyorlardı. Modernizm’i eksen aldığı için bu akıma “İslam Modernizmi” ya da “Modern İslam” deniyorsa da biz “Modernist ve reformist ilahiyat çizgisi” adını daha uygun görüyoruz. (15)

Modernist ve reformist ilahiyatçılar, yorum alanlarını genişletmek amacıyla öncelikle sünnetin dindeki işlevini ve bağlayıcılığını tartışmalar başladılar. Güya usûl–u hadis, usûl–u fıkıh ve usûl–u tefsirde sünnetin rivayet, metin ve yorum açısından kritiği yapılmamış gibi. Ancak mütevatir hadislerin dışında kalan sünneti göz ardı eden bu ilk kuşağı şimdi “Kur’an” hakkında benzer tartışmalara kalkışan yeni kuşak modernist ve reformist ilahiyatçılar almış durumda. Daha açıkçası modernist ve reformist ilahiyatçılar artık açıkça Kur’an’ın bağlayıcılığını tartışmaktalar. Hatta bazıları bir vahiy olarak Hazret–i Kur’an’ın sıhhatı hakkında bile çeşitli kuşkular ileri sürmekte.

İlginçtir, “Din”de taklidi hararetle eleştiren modernist ve reformist ilahiyatçılar oryantalistlere öykünüyorlar.

Modernist ve reformist ilahiyatçıların savunduğu temel görüşlerin daha önceden oryantalistler tarafından savunulmuş olması bu öykünmenin yeterli bir kanıtı olsa gerek.

Oryantalistlerin çoğunun İslam’ı incelerken izledikleri yaklaşım “tarihsellik”(16 ) yöntem ise “hermenötik”tir. Modernist ve reformist ilahiyat çizgisinin popüler önderi Fazlu’r–Rahman da “İslam” isimli yapıtında Hazret–i Kur’an’ı incelerken yaklaşım olarak “tarihselliğin” yöntem olarak ise “hermenötiğin” izlenmesinin kaçınılmaz ve vazgeçilmez olduğunu vurgular. Ve üstadı oryantalistlerin izini sürerek Hazreti Kur’an’ı salt bir tarihsel bir metin olarak ele almaya ve “Betti”nin hermönetiğini Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışır. Tarihî ve edebî tenkit ile ilgili disiplinler XVIII. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi’nin ürünüdür. T. Nöldeke’nin 1860’da yayınladığı “Kur’an Tarihi” buna dayalıdır. Nöldeke’nin çalışması Batı’da Kur’an konusunda en itibarlı eser olarak kabul edilmiştir. Goldziher, hermenötiği Hazret–i Kur’an’a uygulamaya kalkışan öncü oryantalistlerdendir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bizde de Fazlu’r–Rahman aynı şeyi önermektedir.

Aslında oryantalistlerin ve Fazlu’r–Rahman gibi modernist ilahiyatçılarımızın yaptığı, XVIII ve XIX. yüzyılda tahrifata uğramış Kitab–ı Mukaddes’e uygulanan tenkid yöntemini Kur’an’a uygulamaya kalkmaktır.

İlginçtir buradan hareket eden Fazlu’r–Rahman, Salman Rüşdi ve Dinler arası diyaloğun mimarlarından Watt gibi(17) “şeytan ayetleri iftirasını” savunmaktadır.

Watt, “Muhammed Mekke”de adlı eserinde de bu hezeyanı genişçe işler. Watt’ı böyle düşünmesine şaşmamak gerek. Watt’ın bu görüşünün arka planında bize göre iki temel nedenden söz edebilir: ilki Watt’ın bir oryantalist olarak İslam’a olan garazı. İkincisi ise genel olarak Hıristiyanlıktaki özel olarak protestanlıktaki peygamberlik ve vahiy anlayışını İslam’a giydirmeye çalışması. (18)

Oryantalistlerin İslam dünyasını da derinden etkileyen görüşlerinin Müslüman kimlikli görünen kişilerdeki izdüşümü bizleri hayrete düşürmektedir. G. Von Grunebaum, P. Hitti, S. Wensink, P. Casanova, R.A. Nichkolson, H.Lammans, İ. Goldziher, J.Schacht gibi oryantalist/müsteşrik’lerin ilmî(!) fikirleri çok geçmeden aynı lafız ve vurgulamalarla, yaşadıkları coğrafyalarda büyük âlim diye addedilen Taha Hüseyin, Muhammed Abduh, Mahmud Ebu Reyye, Ali Abdurrazık, Fazlurrahman, Ahmet Emin, M.Hüseyin Heykel, Y.Nuri Öztürk, Seyyid Ahmed Han, Ahmet Akbulut gibi kişilerce savunulmaya başlanmıştır.

Biz yazı dizisinin bu bölümünde müşahhas örnekler vererek, bakalım oryantalistler neleri iddia etmişler, bunun İslam dünyasındaki izdüşümü ne olmuş konusuna açıklık getirmeye çalışacağız:

1-) Kur’an-ı Kerim’in beşeriliği iddiası: Oryantalistlere göre Kur’an , Hz. Muhammed’in Arabistan’da yaşadığı hayatın etkisi altında yazdığı bir kitaptır.”Müsteşrikle rin Şeyhi” ünvanlı İ. Goldziher, Kur’anın Hz.Peygamber’in Yahudilik ve Hristiyanlık’tan rastgele derlediği bazı dökümanların yanı sıra olup biten olaylara karşı tavrını gösteren tarihi bir malzeme olduğunu, Kur’anın Hz.Peygamber döneminde tamamlanmadığını, daha sonraki nesillerin tamamladığını iddia etmiştir.(19) Yine bu konuda meşhur oryantalist H.R.Gibb şunları söylemektedir:”Muhamm ed yaratıcı her şahsiyet gibi bir taraftan kendisini kuşatan dış çevrenin şartlarından etkilenirken, bir taraftan da toplumda o gün yaşayan ve egemen olan inanç ve düşünceler arasında yeni bir yol açmıştır..Başlangıçta Muhammed de yeni bir dine davetin sahibi olduğunu bilmiyordu.Belki Mekke halkının O’na olan muhalefeti ve devam eden düşmanlıkları Muhammed’i yeni bir din ilan etmeye götürmüştür..Kur’an, Araplar için tamamen yeni bir şey değildir.İçindeki ahiret inancı, cennet ve cehennemle ilgili ayrıntılarda tamamen Süryani Hıristiyanlığından alınmıştır…Muhammed’i n kitabı da Mekke’deki hayatın bir yansıması yahut ifadesidir…”(20)

Mısırlı Müslüman(!) yazar Taha Hüseyin de “Eş-Şi’rul –Cahili” adlı eserinde aşağı yukarı aynı fikirleri savunmuş, Hz.Muhammedin yaşadığı dönemden etkilenerek çözümler sunduğunu iddia etmiştir. Taha Hüseyin’e göre de Kur’an Araplar için yeni bir şey değildir. Zaten Araplar o dönemde de kültür ve medeniyette ileri seviyededir. (21)

Kur’an-ı Kerim’in beşeriliği iddiası, İslam dünyasında tutmayacağı için oryantalistlerin peşinde giden İslam modernistleri, daha ziyade Kur’an-ı Kerim’in tarihselliği(!) üzerinde durmuşlar, Kur’an ayetlerini hermönotik, yorumsama vb. yöntemlerle devre dışı bırakmaya çabalamışlardır. Nitekim Fazlurrahman, Kur’an’ın ahlâki denebilecek değerlerinin evrensel; siyaset, hukuk, ekonomi vs. gibi konulardaki hükümlerinin ise tarihsel olduğunu, o dönem Araplarına has olduğunu iddia etmiştir. Bakınız Fazlurrahman neler söylüyor: "Kur’an’daki yasama ruhu, hürriyet ve sorumluluk gibi genel beşerî değerlerin, her zaman yeni bir yaşama biçimine bürünmesi şeklinde açık bir yön ortaya koyduğu halde, Kur’an’daki fiilî yasama, Kur’an’ın indirildiği o günkü Arap toplumunu, başvurulacak bir örnek alarak almak zorunda kalmıştır. Bununla, Kur’an’daki fiilî yaşamanın ezelî olduğu kastedilmiş olamaz. Bunun Kur’an’ın kadîm oluşu ile de bir ilgisi bulunamaz. Durum böyle iken İslâm fakihleri ve kelamcıları çok geçmeden meseleyi karıştırarak Kur’an’ın hukukla ilgili emirlerinin; şartları, yapısı ve iç bünyesi ne olursa olsun herhangi bir topluma uygulanacağını sanmışlardır.”(22)

2-)Sünnet ve Hadis İle İlgili İddialar: İslam dini üzerinde az bir bilgi birikimine sahip olan kimseler sünnetin dolayısıyla hadislerin dine kaynaklık etmedeki önemini bilirler. Bu dinin merkez noktası ve dinin etrafında gezindiği eksen, sünnettir. Sünnet Kur'an'dan sonra ikinci kaynak, hakikatin güneşi ve hidayetin kaynağıdır ve bu konuda bütün Müslümanlar ittifak halindedir. (23)

Sünnet ve hadis kelimeleri, usulcüler arasında farklı tanımlar yapılmasına rağmen çoğunlukla birbirleri yerine kullanılırlar. Bir farkla ki hadis peygamberimizin peygamberlik dönemini kapsadığı gibi peygamberlikten önceki hayatıyla ilgili haberleri de kapsar(24). Bir başka deyişle sünnet, hadislerin, yani peygamber asrından nakledilegelen bilgilerin kanunlaşmış şeklidir.

Sünnetin konumu bu olunca, İslam düşmanları hadisler üzerinde, hadislerin delil olarak kullanımında ve güvenilirliğinde bir takım şüphe tohumları ekmeye başladılar. Kur’an-ı Kerim hakkında yaptıkları çalışmalardan elle tutulur bir fayda sağlayamayan oryantalist/müsteşrik’ler daha ziyade bu konulara kafa yormaya başladılar… Başarılı oldukları da söylenebilir. Sünnet ve hadis noktasındaki görüşleri, başta modernistler olmak üzere birçok ilim adamınca savunulmaya başlandı.

Bu konuda önce oryantalistlerin fikirlerini, sonra da İslam modernistlerinin fikirlerini serdedelim ki, yukarıda söylediğimiz kanaat doğru mudur yoksa yanlış mıdır, karar sizlerin…

İ. Goldziher’e göre hadis olarak kitaplarda rivayet edilen haberlerin Hz. Muhammed’le doğrudan bir ilgisi yoktur; bu rivayetler İslam’ın birkaç asır devam eden oluşum süreci içinde bu sürece katılan siyasi, ictimâi, iktisâdi vb. birçok faktörün belgeleridir. Bu bakımdan hadisler, İslamiyetin zuhuru ile ilgili değil, fakat daha sonraki devirlerde, bu dinin inkişafı ile ilgili vesikalardan ibarettir…(25) Goldziher’e göre her türlü mezhep, siyasi eğilim ve fırkaya mensup Müslümanlar kendi hoşlarına giden şeylerin yanında, başta Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere çeşitli din ve kültürlerden aldıkları fikir ve sözleri bazen tanınamayacak kadar değiştirerek Peygamber’e söyletmişler ve bunu hadis olarak rivayet etmişlerdir.(26)

İ. Goldziher’in bu temelsiz ve ilmî dayanaklardan uzak bu görüşlerini kendine dayanak kabul eden ve hadis alanında fikir(!)leriyle ölçü alınan Joseph Schacht ise, fıkıhla ilgili hadislerin sahih olmadığını, bunların çoğunun üçüncü asır Müslümanlarının görüşlerini yansıttığını söyler. Daha da ileri giderek, Sahabe’den ve Tabiun’dan gelen fıkhî hadislerin, Peygamber’e nispet edilenlerden daha erken ortaya çıktıklarını savunur.(27)

Yukarıda serdettiğimiz oryantalist/müsteşriklerin temelsiz ve ilmî dayanaklardan uzak bu görüşlerine “ mal bulmuş mağribi” gibi sarılanlar yine İslam modernistleri olmuştur. Üzücü olan Müslümanların hadislerle irtibatını kesmek için çaba sarf edenlerin sadece oryantalistler olmaması, Müslümanlardan batılılaşmış bir grup insanın da bunlara katılması ve bu zalimce eyleme bulaşmış olmasıdır. Bu insanlar halkın cahil bırakılmış olmalarından faydalanmak suretiyle, kavram bilgisinden yoksun olan insanlara doğru yanlış birçok bilgi sunmuş, tartışmalı birçok konuyu hakikat diyerek takdim etmişlerdir.

Gelelim İslam dünyasına…1800’lü yıllarda Mısırda başlayan tartışmalar, başta Hind yarımadası olmak üzere alevlenerek tüm İslam memleketlerine yayılmıştır. Dikkat edilirse, o yıllarda Mısır ve Hindistan İngilizlerin işgali altındadır. Sömürgeciler, Hz.Peygamber’in Sünneti’ne savaş açma zarureti hissetmişlerdir. Çünkü Sünnet’i teşrî alanından uzaklaştırmanın ve bu sahadaki konumuna şüphe sokuşturmanın neticesinde Kur’an’a müdahalede bulunmak, çok daha kolay hale gelecektir. Sömürgeci güçler(özellikle Hind yarımadasında), cihadla ilgili hadisleri ve bazı sünnetleri inkara yeltenen Ehl-i Kur’an adlı bir grup oluşturdular.(28)

Mısır, bulunduğu konum ve müsteşriklerin özel ilgisi sebebiyle, bu tür tartışmaların orta yerindedir. İlk önce bu görüşlerin yaygınlaşmasını Müslüman iken Hristiyan olan sonra tekrar Müslüman(!) olan Mirza Bakır yapar. Arkasından Dr.Tevfik Sıdkî, Reşit Rıza’nın çıkardığı el-Menar dergisinde “El-İslâmu Huve’l Kur’ânu Vahdeh( İslam Kur’an’dan ibarettir)” başlığını taşıyan bir makale yazar ve burada Sünneti külliyen reddeder. Tevfik Sıdki’yi Ahmed Emin takip eder. Bilhassa İ. Goldziher ve Brockelmann’dan etkilenen Ahmed Emin, Sahih-i Buhari ve Müslim’deki bir çok hadisin uydurma olduğunu, muhaddislerin metinden ziyade isnad’a baktıklarını iddia eder. M.Abduh ve Reşit Rıza diğerleri kadar da açıktan olmasa da bu tür görüşlere destek olmuşlardır. Bu iki yazar, Sahabenin sünneti Kur’ân gibi kalıcı olur endişesiyle yazmadıklarını, kavlî sünnetinde belge değerinde olmayacağını dolayısıyla sıhhatinde şüphe olabileceğini iddia eder. Bu babtan olmak üzere o ikisine göre; İsa (a.s)’nın ahir zamanda nüzulü, Deccal ve Cessâse, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi vessellem) büyü yapılması, mi’raç vb. hadisler, âhâd olduklarından ve akla ters düştüğü iddiasıyla inançta hüccet olmazlar.(29)

Bütün bu tartışmalardan Sünnet etrafında (oryantalistlerin teşvik ve fikirleriyle) meydana gelen şüpheleri bir araya getirip derleyerek bir kitap yazmak da Mahmud Ebu Reyye’ye nasip olmuştur(!). O’nun dilimize “Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması” ismi ile çevrilen “Adva ale's-Sünnetil-Muhammediyye” adlı eseri baştan beri anlatmaya çalıştığımız tartışmalardan ortaya çıkan şüphelerin bir derlemesidir. Ebu Reyye bu eserinde oryantalist/müsteşrik’lerin fikirlerini aynen tekrar etmiştir, hatta boynuz kulağı geçer misali tezviratta müsteşrikleri dahi geçmiştir. (30)

Şimdi de büyük âlim diye lanse edilen Fazlurrahman’ın sünnet ve hadis noktasındaki görüşlerine bakalım: Fazlurrahman şöyle demektedir:”İlk dönemlerde hadislerin büyük bir kısmı nebevî hadislerin tabii olarak az olması sebebiyle Hz.Peygambere değil de sonraki nesillere dayanmaktadır..Gerçek ten de hadis, bizzat Müslümanlar tarafından ifade ve görünüşte Hz.Peygambere isnad edilmiş özdeyişlerin toplamıdır..Nebevî Sünnetin içeriğini tarihen ve açık bir şekilde saptamak ve belirlemek imkansız bulunmaktadır…”31

Fazlurrahman’ın görüşleriyle ilgili 2 cilt kitap yazmış olan Ebubekir Sifil, bakınız bu konuda şunları dile getiriyor: Hadislerin büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber (s.a.v)'den sonra ortaya çıktığını iddia eden Fazlur Rahman, bizzat Müslüman alim, kadı ve yöneticiler tarafından yürütüldüğünü söylediği "hadis formüle etme" faaliyetinin, "hadis uydurmak" olmadığı görüşündedir. Gerekçesi de şudur:"Dikkat edileceği üzere, biz Hadis'i genelde tam olarak tarihî (yani Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait) kabul etmemekle birlikte onunla ilgili olarak "Mevzu" ya da "Uydurma" terimlerini kullanmadık; ama onun yerine "ifade etme-formüle etme" terimini kullandık. Çünkü Hadis, söz olarak Hz. Peygamber'e ulaşmasa da, ruhu kesinlikle ulaşmaktadır."(32)

Burada İslamî kaynaklara kesinlikle onaylatılamayacak bir iddialar demeti göze çarpmaktadır:1. Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olan hadisler "tabii olarak" azdır.2. Hadis külliyatının büyük çoğunluğu sonraki nesiller tarafından formüle edilmiştir.3. Hadisi "formüle etmek"le "uydurmak" arasında fark vardır.