Her 10 Kasımda Atatürk hakkında konuşan, yazan, kişilerin sayısında önemli bir artış kaydedilir. Hemen herkes, onun fikirlerine sonsuza kadar muhtaç olduğumuzdan, Onun gün geçtikçe daha iyi anlaşıldığından bahseder durur.
Konuşulan ve yazılan bu methiyelere gönülden katılmakla birlikte; bazılarının söz ve davranışları hiç de inandırıcı gelmemektedir.
Aslında Atatürk’ü anlamak ve tanımak öğle kolay bir dava değildir. Çünkü Atatürk’ü şu ana kadar herkes kendi penceresinden seyretmekte, herkes kendi algıladığı şekilde tanımakta ve ona göre de davranış sergilemektedir.
Atatürk’ü anladığını, onun fikirlerine muhtaç olunduğunu söyleyen kaç kişi onun hayat boyu süren mücadelelerini, çektiği çileleri, sergilediği tavır ve sözlerin manalarını anlamaktadır. Bu sayının çok fazla olduğu kanaatinde değilim. Atatürk’ü anladığını zanneden fakat kendi idrakleri içinde onun fikirlerini kaybetmeye çalışanların, mutlak manada ayıkması; devletin bekası ve milletin selameti açısından önem arz etmektedir.
Atatürk’ü anladıklarını, onun yolunu takip ettiklerini iddia eden birinin; AB için çalışmasını bırakın, AB sempatizanı bile olması, akıllara zarar verir niteliktedir.
“Bağımsızlık benim karakterimdir” düsturu Atatürk’ün en önemli nişanı olmasına rağmen, hala bağımsızlığımızı yaban ellere vermeye çalışanların, AB yolundaki çabalarını anlamak mümkün değildir.
Atatürk, manda ve himaye isteyenlere rağmen; işgal kuvvetlerine karşı başlattığı kurtuluş mücadelesindeki verdiği kararını şöylece dile getirmiştir:
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/mustafa-kemal-ataturk/9970-ataturk-u-anlamak.html#post15231
“Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantık şuydu:
Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.
Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Hâlbuki Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!
O halde, ya istiklal ya ölüm!
İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.” Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik!
Peki efendim. Öteki kararlara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynı değil miydi?
Şu farkla ki, istiklali için ölümü göze alan bir millet, insanlık haysiyet ve şerefinin gereği olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve hiç şüphesiz, esirlik zincirini kendi elleriyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete bakarak dost ve düşman gözündeki yeri bambaşka olur.” (NUTUK)
Dini dinimize, örfü örfümüze, tarihi tarihimize benzemeyen, topraklarımızdaki akıttıkları kanlar bile kurumamışken, yaptıkları zulüm ve işkencelerin izleri silinmemişken; bize olan düşmanlıkları hala devam etmesine rağmen AB ve ABD dayatmalarına boyun eyip; bağımsızlığımızı devretmeye çalışanların hala “Atatürk’ü anladıklarını ya da yolundan gittiklerini” söylemeleri masalına inanalım mı dersiniz?