Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


3 sonuçtan 1 ile 3 arası
  1. #1

    Üyelik tarihi
    24 Şubat 2007
    Mesajlar
    527
    Tecrübe Puanı
    29

    Toprağa Düşen Sevdalar 1-2

    Toprağa Düşen Sevdalar 1


    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/lise-edebiyat-dersi/36692-topraga-dusen-sevdalar-1-2-a.html#post78797

    Kitabın Adı: Toprağa Düşen Sevdalar /Töre ve Namus Gerekçesiyle İşlenen Cinayetler

    Yazarı: Vildan Yirmibeşoğlu

    Yayınevi: Hürriyet Gazetesi

    Fiyatı: 10 YTL.

    Sayfa adedi: 292



    Yazar, İstanbul’da doğmuş. Beyoğlu Tarhan Koleji’nde ilkokulu, Suadiye Doğuş Koleji’nde liseyi bitirmiş, İÜ Hukuk Fakültesi’nde lisans ve yüksek lisans eğitimi yapmış.
    Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nde hukuk müşaviri ve encümen üyesi olarak görev yapmış.

    ÖNSÖZ

    Bazı bölgelerde kadınlar daha doğarken kaybedendir. Doğanın kendi cinslerine verdiği bu uzun yaşam şansını toplumsal nedenlerle kullanamazlar. “Bir eksik etek, bir utanç sebebi” dirler aileleri için. Töre silâhıyla donatılmış erkek öfkesini “tahrik” etmezlerse, pekalâ uzun süre yaşayabilirler. Hemcinsleri olan ninesi, annesi veya diğer kadınlar gibi…Anne karnında ölüme direnmelerine rağmen, kimi zaman da doğar doğmaz öldürülürler.

    Cinsler arası eşitliğin, iknanın ya da diyaloğun olmadığı bir hayatın varlığını hemcinslerime göre çok geç öğrendim ben. Baskı ve korku düzeninde şiddeti yaşayan kadınların yaşamını, doğanın değil aşiret yasalarının ve aile meclislerinin belirlediğini de çok geç öğrendim.

    (…)

    Çeşitli nedenlerle kız çocukları veya kadınlar, “Namusları kirlendi” denilerek öldürülüyordu. Öldürenler, kişisel adalet uygulayıcıları, çoğu zaman aile meclisi tarafından özenle seçiliyor, infaz gerçekleştikten sonra da toplumda âdeta kahraman muamelesi görüyorlardı. Bu toplumsal hoşgörü, bir bakıma yerel kültürün ve geleneksel otoritenin devlete meydan okuması gibiydi.

    (…)

    Bu kitapta yer alan araştırmalar on iki yıllık bir çalışmanın ürünü.

    Ayrıca, üç yüzü aşkın “namus cinayeti” dosyasını inceleyip analizini yaptım.

    (…)

    İstanbullu olmakla birlikte, yaşamımın on üç yılını bölgede geçirmiş, kadın sorunları üzerine –hiçbir kurum ya da kimseden maddi destek almadan- araştırmalar yapan bir kadın avukattım.

    (…)

    Bu kadınlara tanıklık borcum olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin adalet mekanizmasına da isyanım vardı. O bölgelerde kadın olarak doğmaktan başka suçları bulunmayan ve bunun için yaşama hakları ellerinden alınan kadınlar Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarından yararlanamıyorlardı.



    Öldürmek işin yarısı,

    Yarısı ölümü beklemek

    Sıçrayıp gece yarısı

    Ölüp ölüp de dirilmek.



    Bala, bu ne biçim yazı?

    Oy, türe türe, batası türe

    Beni de yedin göz göre göre

    Bala, bu ne biçim yazı oy?



    Kadına karşı şiddetin yaygın olduğu bölgelerimizde, kadın ve erkek, temel insan hakları ihlâllerine karşı kendilerini koruyacak eşit hak ve koşullara sahip değildir. Cinsel ayrımcılık, sosyal, ekonımik ve siyasi alanlarda kadının aleyhine karar alınmasına sebep olmaktadır. Örneğin, bazı aileler kız çocuklarını nüfusa kaydettirmemekte, ekonomik yönden dezavantajlı aileler ise, ilköğrenimden sonra kız çocuklarına karşı ayrımcılık yaparak, yalnızca erkek çocuğa öğrenim hakkı tanımaktadır. Zaten bazı yörelerde kız çocuklarının okula gitmesi, törelere aykırı görülmektedir.



    KÜLTÜR

    Kültür, bilgiyi, dini, sanatı, hukuku, örfü, âdeti ve insanın sosyal bir varlık olarak edindiği tüm beceri ve alışkanlıkları içeren bir bütündür. Aynı birikimi ve geleneği paylaşan insanların, yeni nesillere aktardıkları öğrenilmiş davranışların toplamına da kültür denilmektedir.

    Din, hukuk, ahlâk, sanat, bilgi, inançlar, değerler, gelenek-görenek, tutum, beklenti gibi topluma biçim veren tüm kavram ve kurumlar ise manevi kültürün unsurlarıdır.

    Clark Wizmed, kültürü muhteva bakımından dokuza ayırır:

    1-İletişim-haberleşme (Dil ve yazı sistemleri vs.)

    2-Maddi özellikler (Yeme-içme âdetleri, mesken, nakil, ulaşım, giyim kuşam, aletler vs.)

    3-Sanat (Müzik, t,yatro, resim, plâstik sanatlar vs.)

    4-Mitoloji ve ilim

    5-Dini şekiller

    6-Mülkiyet şekilleri

    7-Savaş

    8-Yönetim (Devlet şekilleri, hukuk sistemleri vs.)

    9-Aile ve sosyalizasyon sistemleri (Evlenme ve nikâh şekilleri, akrabalık sistemleri, intikal ve veraset, sosyal kontrol, spor, oyun vs.)



    Her birey içinde yaşadığı kültürden bir şeyler almakta ve belli oranda kendisinden de bir şeyler katmaktadır. Böylelikle nesilden nesile aktarılan bir kültür örgüsü oluşagelmektedir.



    AHLÂK

    Ahlâk felsefesi açısından ele alınacak olursa, ahlâk, en iyi davranışı, en iyi yaşama biçimini, başka bir ifadeyle, neleri yapmamız, nelerden uzak durmamız gerektiğini gösteren bilgidir. Sosyolojiye göre ise ahlâk, bir sosyal kurumdur ve bireylerin davranışlarını iyi ve kötü olarak ayıran ve değerlendiren kuralların bütünüdür.



    Hangi davranışların iyi (dolayısıyla yapılması gereken) ve hangilerinin kötü (dolayısıyla kaçınılması gereken) olduğunu öğreten değişik kaynaklar vardır. Bunlar:

    Aile terbiyesi: “Kötü ve ayıp” davranışlara karşı çocuklarda “utanma” ve vicdani sorumluluk duygusunu geliştirir.
    Kurumsal eğitim: Güzel ahlâkın ve iyi huy sahibi olmanın teorik bilgilerini ve sosyal hayattaki önemini öğretir.
    Dini esaslar ve inançlar.
    Dünya görüşleri.
    Sosyal kontrol ve baskı.
    Kanuni müeyyideler.
    Örf ve âdetler.
    İnsan aklı ve vicdanı.

    Thomas Hardy’nin The Mayor of Casterbridge (1886) adlı yapıtında aktarıldığı gibi, gelenek uyarınca, karısından kurtulmak isteyen ve boşanma olanağı olmayan ya da bu yolu pahalı bulan koca, karısını açık artırmayla satışa çıkarır ve kadın en yüksek fiyatı ödeyen erkeğe satılırdı. Karısının üzerindeki “mülkiyet” hakkını daha da belirginleştirmek için, koca, karısının boynuna bir kayış takarak müzayede sahasına götürürdü. Liberal geleneğin en iyi temsilcilerinden biri olan John Stuart Mill’in, 19. yüzyıl ortalarında, İngiltere’de köleliğin evlilik içi hâlâ sürmekte olduğundan yakınması boşuna değildi.

    ”Kadın satışı” çok aşırı bir örnek olarak görülebilir. Ama hatırlamak gerekir ki, geleneksel İngiliz hukukunda kadınlar, başka birçok yerde olduğu gibi, babalarının ve kocalarının mülkü sayılıyorlardı. Ancak, 1882’de mülk edinme ve işletme hakkına sahip olabilmişlerdi.

    19. yüzyılda, modernleşme ve ilerleme söyleminin doruk noktasına ulaştığı bu ülkede kadınlar, ev ve özel yaşamla sınırlandırılmış, oy hakkından mahrum, üniversite okumaları veya bir meslek edinmeleri imkânsız durumdaydılar. Evlilik içi tecavüz tümüyle doğal ve yasal sayılıyordu. Hatta Bacon 1736’da, kocanın karısın “terbiye etmek için” çok incitmeden dövebileceğini, itaat sağlamak için de eve hapsedebileceğini belirtiyordu. İngiltere’de aile içi şiddetin yasa koyucunun dikkatini 1975’e dek çekmemesi, evlilik içi tecavüzün ise 1992’ye dek suç sayılmaması, erkek egemenliğini doğal sayan geleneksel yaklaşımın yasa koyucu tarafından da paylaşıldığının göstergesiydi. Sorgulama ve nihayet yasada yapılan değişiklik, ikinci dalga feminist hareketin İngiltere’deki mücadelesinin ürünüydü.

    Avrupa Kadın Lobisi’nin 2003 yılına ilişkin verilerine göre, AB’de her beş kadından en az biri eşinden şiddet görmektedir. İngiltere’de bu oran yüzde 30’dur ve haftada yaklaşık iki kadın partneri tarafından öldürülmektedir. Fransa’da ise her yıl 25 000 kadın tecavüze uğramaktadır. İtalyan Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün 1999 verilerine göre, kadınların % 50’si erkek şiddetiyle karşılaşmaktadır. ABD’de ise her 90 saniyede bir kadın tecavüze uğramaktadır.



    Portekizli kadınların yüzde 52.8’i kocası veya partneri tarafından şiddete uğruyor. Almanya’da her dört günde üç kadın, Fransa’da her her ay altı kadın, erkek partneri tarafından öldürülüyor.

    Örneğin başlık parası bir gelenektir. Ülkemizde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizdeki bazı illerde hâlâ süren kan davası, zararlı bir gelenektir. Yasalar adam öldürmeyi ağır bir şekilde cezalandırırken, buna karşılık birey, önce kendi ailesinin, arkasından da toplumun onayını kazanmak ve toplumdan dışlanmamak için kan davası adına kendine düşen “görevi”, kan davası adına cinayet işlemeyi gerçekleştirmektedir.

    Namus, kadının cinselliğini aile meclisinin veya erkeklerin onayıyla yaşayabilmesi ve onların koyduğu sınırların dışına çıkmamasıdır.

    Ne var ki, pek çok sıradan durum, kadınların kendilerine biçilen namus ölçüsünün dışına çıkmaları olarak yorumlanabilir. Meselâ, izinsiz sokakta gezme, eve geç gelme, boşanmaya kalkışma, ayrı eve çıkma, başka bir erkekle ilişkiye girme ya da bir erkekle ilişkileri olduğuna dair dedikodu, babalarının veya kocalarının sözünü dinlememe, nikâhsız hamilelik yaşama…Bunlardan herhangi birisi, ailenin saygınlığının zedelenmesi ya da itibar kaybetmesi olarak kabul edilir.

    NAMUS CİNAYETİ NEDİR?

    Elimizdeki örneklere, yaşananlara bakarak, namus cinayetini şöyle tanımlayabiliriz: Kız çocuklarının ve kadınların, ailenin veya bulunduğu toplumsal çevrenin egemen gelenek veya törenin belirlediği namus anlayışını ihlâl ettiği, dolayısıyla aile şerefini lekelediği, aileye veya erkeğe utanç kaynağı olduğu gerekçesiyle, aile meclisi kararıyla veya erkeğin kişisel kararıyla öldürülmesi.


    Soru: Neden öldürüldü?

    Cevap: Gezmeyi çok seviyordu.

    05.04.1996 günü, Urfa 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, namus gerekçesiyle işlenmiş bir cinayetin duruşması yapıldı. Şanlıurfalılar için son derece sıradan bir olaydı…Hele benim Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği başkanı sıfatıyla davaya müdahil olma talebinde bulunmam, yani öldürülen kızın hakkını savunma isteğim, çok anlamsızdı onlar için. Öyle ya neyim oluyordu bu kız? Ölüm kararını aile meclisi almıştı Savcı bile iddianamesinde, aslında katilin kurban olduğunu, çünkü bu görevi ona toplumun ve törenin verdiğini söyleyecekti. İnfazlar toplum için yapılırdı!

    Yoğun güvenlik önlemleri alan polis adliyeye girenleri tek tek aradı. Sevda’nın ölüm kararını alanlar yanı başımdaydı. Dedesi, babası ve annesiyle konuştum.

    Annesi sürekli ağlıyordu, kendisi de gencecik bir kadındı. “Neden öldürüldü?” diye sordum. “Gezmeyi çok seviyordu, 16 yaşını bitirdi, daha isteyeni çıkmadı” dedi hıçkırarak. Yani bu durum bir eziklik nedeniydi anne için. Gezmeyi çok seven Sevda, bir gün geciktiği için korkmuş, evine dönmeyip kız yurduna yerleşmiş ve sorunlar başlamış. Ailesine teslim edilmesinin ardından gelen dedikodularla ölüm çanları çalmış. Kızın isteyeni yok, başlık parası yok. Çünkü mal ayıplı kabul edilmiş.

    Sevda’nın dedesine, “Başınız sağ olsun” dedim. Kızdı bana. Çünkü ona göre namus temizlenmişti.

    Baba ve dede duruşma salonuna ifade vermeye girdiğinde, annesi, “Böyle olmasını istemedim” diyor. Ama karşı çıkacak gücü yok. Çünkü, Sevda’yı öldüren 14 yaşındaki dayı oğluna bile kahvede, “Orospunuzu temizlemediniz mi daha?” diye soruluyor.

    Bu arada, onlara göre önemsiz olsa bile, Sevda adli tıp raporuna göre bakire. Yani Sevda sevdasını, cinselliğini bile yaşayamamış. Zaten bu kızların cinselliği yaşamış olmasına gerek yok. Sevda’yı öldüren dayı oğlunun söylediği gibi, “Nasıl olsa erkekler rahat bırakmamıştır” deyip öldürülüyor. Bir emniyet yetkilisi beliriyor sonra yanımda, “son dört yılda 30’un üzerinde kadının öldürüldüğüne bizzat tanık olduğunu” söylüyor. “Yani Şanlıurfa bir kadın mezbahası gibi mi çalışıyor? Yetkililer neden önlem almıyorlar?” diye soruyorum. Yanıt yok.

    Yargılama jet hızıyla yapılıyor. İkinci duruşmada mütaalasını veren savcı, olayın Şanlıurfa’nın sosyoekonomik yapısından, yani törelerden kaynaklandığını söylüyor. Kızın sokakta boğazı kesilirken kollarından tutanlar araştırılmıyor. Soruşturmanın genişletilmesi istenmiyor ve savcı herkesin gözü önünde Sevda Gök’ün başını kesen katilin eyleminde, her nasılsa, “tasarlayarak öldürdüğüne ilişkin” kanıt bulamıyor! Araya küçük yaş indirimi girince öldürmenin bedeli yedi yıla iniyor. Sanık infaz yasasından da faydalanınca, iki yıl sekiz aya…Evet namus cinayetinin bedeli iki buçuk yıl hapis! Sonra topluma katılan bir cani kahraman daha…

    Şanlıurfa’da yıllardır namus bahanesiyle cinayetler işleniyor. Ne kızlar gelenekler gereği öldürülme korkusuna rağmen kısa süreli özgürlüklerinden, ne de erkekler bu hapis cezasına rağmen namus temizleme eyleminden vazgeçiyor?

    Yasalar hâkimlere “Yanıt bulamadığınız konularda örf ve âdetlere başvurun” diyor. Ve bölgede örf ve âdetler, erkeklere geniş bir özgürlük alanı tanırken, kadınların yalnızca cinselliklerini ailenin erkek üyelerinin onayı olmadan yaşadıklarında değil, kendilerine koyulan sınırları aştıklarında, izinsiz bir iş yaptıklarında, haklarında söylenti çıktığında dahi öldürülmelerine izin veriyor.


    NAMUS GEREKÇESİYLE İŞLENEN CİNAYETLERİN ÇEŞİTLERİ

    Aile meclisi kararıyla işlenen cinayetler (töre cinayetleri).

    Toplum baskısı yüzünden işlenmiş bireysel cinayetler.

    Toplum baskısı yüzünden kimi zaman bireysel kararla, kimi zaman da aile meclisi kararıyla yeni doğan çocuğun öldürülmesi.

    Namusu lekeleyen erkeğe karşı işlenen cinayetler (fail kadın veya erkek olabilir).

    Kıskançlık ve tutku suçları (ani öfke ve kıskançlıkla işlenen cinayetler).

    Yer Şanlıurfa, yıl 2000…14 yaşındaki Azize, komşularının oğlu Fahat Kaymaz’a gönlünü kaptırır. Fakat, Akçakale yolu Kuyubaşı Köyü’nde bu aşk pek gizli kalmaz. Haber, Azize’nin ailesine ulaşır ve Azize’nin evinde toplanan aile meclisinden “ölüm kararı” çıkar. “Kirlenmiş” Azize ile âşığı can verecek, böylelikle namus kurtulacaktır. Daham ve Yasin, alınlarına sürülen lekeyi “temizlemekle” görevlendirilirler. Bellerinde silah, yol kesip Fahat Kaymaz’ı kurşunlayarak öldürürler, kardeşini de yaralarlar. Bir sonraki işleri, günahın sahibini, Azize’yi boğmaktır.

    Azize, “Beni ağabeylerim ölüme itti” dediği için yakalanan Daham ve Yasin, tutuklanmadan önce yaptıklarını gururla anlatırlar. Öğretilmiş ifadelerle: “Fahat Kaymaz’a, kardeşimizle evlenmek isteyip istemediğini sorduk. ‘İstemiyorum’ cevabını alınca, silahımızı çekip vurduk. Azize’yi de kanala atarak namusumuzu temizlemeyi düşündük. Ablamız Bedriye onu saklandığımız yere getirdi. Biz de sulama kanalına attık. Yaklaşık 100 metre kanalı takip ettik ve çırpına çırpına sürüklendiğini gördük. Boğulacağına inanmıştık. İşi yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Kızkardeşimizi öldüremediğimiz için aşiretimizden özür diliyorum.”



    Erkek egemenliğinin kadınları denetlemek açısından başvurduğu çeşitli yöntemlerden birisi de, kadınları, “namuslu aile kadını” ile “orta malı” olarak ikiye ayırmaktır.

    Kadınların aynı anda hem iyi hem kötü, hem kutsal hem bayağı, hem melek hem şeytan, hem namuslu anne/eş hem de fahişe oldukları öne sürülür.

    Şeytan ya da cadı değil de melek, fahişe değil de “namusu bütün” eş, isyankâr feminist değil de “munis” ve “tatlı kadın” olarak adlandırılmak, kadının nesne olarak algılanması gerçeğini değiştirmez.


    yaş kadar büyük, evli ve beş çocuklu bir müteahhide, Halit Ö. Kuma olarak verilmesiydi.Gerçek katiller dışarıda, Necla ise kimsesizler mezarlığında…

    Dağdan ateş düştüğünde hayata gözlerini açtı Necla. Törenin en önemli yasa olduğu aşiret toplumunda her kız çocuğu gibi şanssızdı. Doğarken kaybedendi. Aşiret aklı tarafından soluk aldığı ilk andan itibaren suçlu ilan edilen bir “eksik etek”ti, bir utanç sebebi. Bu “kaşık düşmanı kız” hayatın çok ucuz olduğu bu topraklarda serseri bir kurşuna kurban gitmezse ya da töre silahıyla donatılmış erkek öfkesini “tahrik” etmezse pekalâ yaşayabilirdi, ninesi, annesi ve diğer kadınlar kadar…

    Ateş ve barut kente indiğinde artık gencecik bir kadındı, çünkü “memleketimin kızlraı erken kadınlaşır”dı. Bu mengene hayatta ölüm haberleri, silah sesleri, mermi kovanları, tilililer, hakiler, ağıtlar, kulağı yırtan ana çığlıkları, cenaze törenleri, kayıplar, susmalar, postallar, dayak, işkence, tacizler, tecavüzler, parçalanmış cesetler, kefen bezleri, mezar tahtaları, dipçik darbeleri…sıkıştırılmışlığında olgunlaştı, korkup sinerek.

    Necla’nın babası Ahmet Ferit, aşirete mensuptu ve bölgenin sevilen simalarından birisiydi. Yaşananlardan rahatsızdı, bu karanlık dünyadan uzak durmaya çalışıyordu. Ama bir gün onun kapısı da çalındı, korucu olması isteniyordu. Reddetti. Bu cevabın kendisine ve ailesine neler getireceğini belki hiç kestiremedi ya da kötüye yormadı. Belki de başka dengeleri gözetti ya da örgüt tarafından da tehdit ediliyordu. Bunların cevabını bilmiyoruz, Ahmet Ferit’in bu kararına karşı, aşiretin bir bölümü korucu olmayı kabul etti. Aşiret bölündü. Bundan sonra işler değişmeye başladı. Karanlık bir gece yarısı Ahmet Ferit, jandarmalar tarafından köyden alınıp götürüldü ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Artık Ferit’in evi akbaba pençesindeydi, direk yıkılmış dam çökmüştü. Sırtlan salyaları kapıdaydı.

    Necla, babasının kaybedilmesinin ardından amcası M. Emin’in himayesine girecekti. M. Emin, Ferit’in bulunması için yoğun çaba harcayacak, insan hakları ihlâllerinin en yoğun olduğu bu dönemde olayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar götürecekti. Ancak bütün bu çabalar Ferit’in akıbetinin öğrenilmesi için yeterli olmayacaktı.

    Necla, babasının gözaltına alınışının üzerinden ne kadar vakit geçtiğini düşündü. “Kaç gün oldu götürüleli, kaç ay oldu, yoksa yıl mı? Zaman mefhumu anlamını yitirmişti. Sonra düşünmek istemedi. Kafası uğuldadı. Her şeyden kaçmak istedi. “Keşke her şey bir kötü rüya olsa, uyanınca bitse” dedi kendi kendine. “Gerçekse eğer bu yaşadıklarımız, o zaman ben olmasam. Hiçbir şeyi bilmesem, silinse ne varsa. Bir köpük olsam ya da şu duvardaki mıh.

    Mevsimler geçti. Necla, babasından umutla haber beklemekten hiç vazgeçmedi. Serpildi, daha da olgunlaştı. Alımlı bir fidandı artık. Anlamaya çalıştı olan biteni. Korktu. Umut etti. Umutsuzluğa kapıldı.

    Serpilip gelişmiş, gelinlik kız çağına gelmişti. Necla ve o da pek çok insan gibi hayırlı bir kısmete hayır demezdi herhalde. Ancak şans burada da yüzüne gülmedi, aynı aşiretten koruculuk yapan Misbah göz koydu Necla’ya, beklediği akranları değil. Belki başkalarının aklından da geçiyordu ama bunu hiç bilemedi. Misbah’ın bu ilgisi hiç hoşuna gitmedi. Çünkü Misbah evliydi. Ayrıca bu kaba saba adama karşı genç kızın yüreğinde en ufak bir kıpırtı yoktu. Üstelik onu tanımıyordu da. Misbah’ın ilgisinin nedenini anlamaya çalıştı. Gerçekten sevdalanmış mıydı, yoksa sahipsiz olmasından mı faydalanmaya çalışıyordu? Baba olmak mıydı derdi, yoksa bir siyasi operasyonun gereği miydi bu hal?

    Necla bir gün Misbah tarafından kaçırıldı ve tecavüze uğradı. Büyük bir yıkım yaşayan Necla, korku ve şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi. Bu iğrenç olayı gizlemekten başka çaresinin olmadığını düşündü. Uzunca bir süre kimseye bir şey söylemedi. Karnı büyümeye başlayınca olayı annesine açtı. Hemen arkasından failin Misbah olduğu herkes tarafından öğrenildi. Bir karar vermesi gerekiyordu. Amca M. Emin şu kararı verdi: “Ailemizin üzerinde yoğun bir korucu baskısı var, köyün boşaltılmasını istiyorlar. AİHM’deki dava sonuçlanmak üzere. Tecavüz edenler korucu olduğu için konuyu gündeme getirirsek daha çok baskı görürüz. Bu başımıza dert açar. Olay duyulursa medyanın da ilgisini çeker, daha çok canımız sıkılır. En iyisi biz bu işi kimseye duyurmadan aramızda kapatalım. Necla’yı yakın akrabalarımızdan birinin yanında saklayalım. Doğumdan sonra kızı bizim ailenin gençlerinden biriyle evlendiririz mesele tamamen kapanır.”

    Necla bu kararı tanımadı. Bedeli ne olursa olsun bu tecavüzü savcıya anlatmaya karar verdi. Korucuları da şikâyet edecekti. İçindeki hınçla düşündüklerini yapmak için harekete geçti. İlk başvurusunu ilçenin Jandarma Karakolu’na yaptı. Murat Üsteğmen’e ifade verdi. İfadesinde kendisine tecavüz edenin Misbah olduğunu söyledi. Ancak suçlu cezalandırıldığında rahatlayacaktı, utancı biraz da olsa hafifleyecekti. Ama Üsteğmen Murat, Necla’nın anlattıklarına inanmadı. “Misbah böyle bir şeyi asla yapmış olamaz. O bizim sağ kolumuzdur” diyerek itiraz etti ve Necla’nın ifade tutanağını yırttı. Böylelikle Necla’nın beklentilerini, umutlarını, hak arayışlarını toptan yırtıp atmış oldu. Necla’nın hıncı umutsuzluğun önüne geçti. Karakoldan kovulan Necla, savcılığa gidip derdini savcıya anlattı. Necla’nın anlattıklarını dinleyen savcı ona şu teklifte bulundu: “Korucularla uğraşmayalım. Sen on beş yirmi yaşlarında bir gencin ismini ver. Onu yakalatalım.” Necla’nın ifadesini kendi isteği doğrultusunda yönlendiren savcı, aşiretten ismi verilen bir delikanlıyı olayın faili olarak tutuklatıp Lice’de cezaevine kapattı. Bu kişi, Necla’nın amcasının damadının kardeşiydi.

    Necla, yetkililere kabul ettiremese de çevresine kendisine tecavüz eden şahsın Misbah olduğunu söylemişti. Ortalığa yayılan dedikodular hem korucuları hem de Necla’nın ailesini rahatsız etmeye başladı. Necla’nın yakınları her yerde Misbah’ı arıyorlardı. Ancak Misbah’a ulaşmak mümkün değildi. Misbah ve yandaşları da Necla’yı öldürmek için harekete geçtiler. Necla başına gelecekleri düşündükçe korkuya kapıldı, tekrar savcılığa başvurdu. Savcıya korucuların kendisini öldürmek için harekete geçtiklerini söyledi, taciz ve tehdit edildiğini anlattı. Savcı, önlem olarak başka bir kente, devletin sığınma evine göndermedi Necla’yı. Diyarbakır’daki teyzesinin kızına teslim edilmesi emrini verdi.

    Necla, kuzeni Işıl’ın yanında yaşamaya başladı. Bu arada rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldı ve çocuğunu düşürdü. Eve döndüklerinde sokaktaki hareketlilik gözlerinden kaçmadı. Evin çevresinde karanlık bir şeyler oluyordu. Karşı komşuya telefonlar geliyor, Işıl gidip telefonla görüşüyor, sonra alt kattaki komşunun telefonuna çağrılıyor, birileriyle görüşüp dönüyordu. Bu karmaşık hal Necla’yı iyiden iyiye tedirgin etti. Bir şeyler döndüğünün o da farkındaydı. Ama korkmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Hiç kimse kendisine sahip çıkmamıştı. Ne devlet, ne de ailesi. Çaresizliğinden Işıl’a sığınmayı kabul etmişti.

    Telefon trafiğinin yoğunlaştığı bir gün tanımadıkları bir adam gelip kapıya dayanmış, Işıl’dan Necla’nın kendilerine teslim edilmesini istemişti. Işıl’ın itirazı üzerine Necla’ya hiçbir zarar vermeyeceklerini, ailesine götüreceklerini, tecavüzcünün tespitinde bunun şart olduğunu söylemişti. Necla bu konuşmanın ardından odasından çıkarıldı. Adamla birlikte merdivenlerden inip sokağa çıktılar. Daha birkaç adım atmışlardı ki yanlarına amca oğlu yaklaştı, belinden silahını çıkarıp Necla’nın kafasına tek kurşun sıkıp oradan uzaklaştı, Necla’yı alan adamla birlikte ilerde bekleyen bir otomobile binip kaçtılar. Kan gölü içinde yatan Necla oracıkta ölmüştü. Namus temizlenmiş, gencecik bir fidanacımasızca kırılmıştı. Artık o da babası gibi faili meçhuldü. Ailesi cenazesine sahip çıkmadı. Morgta dokuz gün bekltildikten sonra Necla kimsesizler mezarlığına gömüldü.

    Necla’nın başvurularıyla bir türlü harekete geçmeyen, tecavüzcüyü bulmak konusunda hiçbir çaba göstermeyen ve önlem almayan resmi merciler soruşturma başlattılar. Hemen amca oğulları Şehmus, Saim ve erkek kardeşi Engin’i ifadelerini alarak tutukladılar. M. Emin’in ve Işıl’ın da ifadelerine başvuruldu. Necla’nın ölümünden sonra olaya adı karıştığı düşünülen herkesin ifadesi alındı. Cinayet dosyası, verilen ifadeler ve mahkeme evraklarıyla hayli şişmişti. Necla’nın katili aranıyordu.

    Verilen ilk ifadelerde herkes Necla’nın katilinin bulunmasını istediğini söylüyordu. Işıl ilk ifadesinde aşiretin kahpece komplosunu, Saim’in elindeki silahla yanlarına yaklaştığını ve Necla’nın kafasına bir el ateş ettiğini olduğu gibi anlattı. Karakolda, avukat huzurunda şahitler bildiklerini anlattılar. İfadelerinin altını imzaladılar.

    Mahkemeye çıkartıldıklarında bunları söyleyen sanki onlar değilmiş gibi ifadelerin tamamını reddettiler. Avukatları onları yönlendirmişti. Bu davadan nasıl sıyrılabileceklerini öğretmişti. Işıl hiçbir şey görmemişti. Saim’in arkasından taş da atmamıştı. Evden silah sesini duyup dışarı çıkmış ve Necla’nın vurulduğunu görmüştü. M. Emin, Şehmuz ve Sami’ye, bu işi erkek kardeşi yapamaz, siz halledin, dememiş, azmettirmemiş, hatta olay günü oralarda bile olmadığını ispat etmişti. Seçtiği kadın avukat bile inanmıştı ona. İlyas, Engin, Raif, herkes olaydan habersizdi. Avukatları Necla’nın cesedini çiğniyor ve rolünü dirilerden yana oynuyordu. Deliller bir bir kararıyor, olay faili meçhule dönüyordu.

    Nebahat bakire değil diye öldürüldü, oysa otopsi raporu öyle demiyordu…

    Yüksekovalı Nebahat Ö. Öldürüldüğünde henüz 16 yaşındaydı. Kaderinin ona layık gördüğü, kendisinden 20 yaş kadar büyük, evli ve beş çocuklu bir müteahhide, Halit Ö. Kuma olarak verilmesiydi.



    Toprağa Düşen Sevdalar 2


    NAMUSUNUN LEKELENDİĞİNİ DÜŞÜNEN AİLE VE KİŞİNİN DURUMU

    a) Namusuna zarar gelen aile neyle karşılaşıyor?

    Yörenin örf ve âdetler gereği kamuoyunda küçük düşen kadına karşı husumet ve öfke oluşturulur. Aile çaresizdir artık, kendilerine karşı yapılan sataşmalarla sürekli taciz edilir. Ya da selamları alınmaz. Örneğin, “Temizlemediniz mi hâlâ orospunuzu? Sen önce namusunu temizle de öyle konuş” gibi tepkilere maruz kalırlar. Namusa ve şerefe gölge düşmesi ailenin sosyal ve ekonomik ilişkilerini olumsuz etkiler.

    b)Namusu lekelenmiş aile ne yapmak zorundadır?

    Örneği bulunmamakla birlikte ya hiçbir şey yapmaz, ilelebet başı önde gezmeye mahkûm olur ya da er geç aile meclisi toplanır. Ailenin namusu, kızın ya da evli kadının ölüm kararıyla kurtulacaktır. İşte o zaman yeniden saygınlık kazanacaktır aile. Kimi zaman da aile, kızlarının canına kıymamak için topyekûn göç etmekte bulur çareyi. Bu nedenle, özellikle Diyarbakır ve Şanlıurfa’dan, Adana ve Mersin’e yoğun göç olmuştur.

    c) Namusu lekelenmiş kadın ve namusu lekeleyen erkek ne yapmak zorundadır?

    -Kaçmak, bölgeyi terk etmek.

    -Erkeğin, namusuna halel getirdiği kadının ailesine sulh tazminatı ya da berdel teklif etmesi.

    -İntihar.

    -Devletten yardım istemek.

    Mahkeme dosyaları incelendiğinde, jandarmaya ya da karakollara sığınarak yardım isteyen kadınların, genç kızların ailelerine geri gönderildiğine ve hemen arkasından da aileleri tarafından öldürüldüğüne tanık olmaktayız.

    GIRTLAĞI SIKILAN KADINLAR

    İncelediğimiz 300 davada, 213’ü kadın, 142’si erkek olmak üzere toplam 355 ölüm vakası mevcuttur. Öldürülenlerin yüzde 14’e yakını 17 yaşından küçüktür. Hatta bazı kadın kurbanların nüfusta kaydı bile bulunmamaktadır. Tamamına yakının resmi nikâhtan mahrum bulunduğunu, cahil ve okuryazarların yanında Türkçe bilmeyenlerin azımsanamayacak sayıda olduğunu görüyoruz. Bu kayıtsızlık, yaşamıyor gibi var olmak, görmezden gelinemeyecek bir olgu.

    Namus adına işlenen cinayetlerde mağdur/maktul kadınların ya sadece ev işi ve tarla işinde ücretsiz işçi konumunda bulunduklarını ya da zaman zaman aile bütçesine katkıda bulunmak için mevsimlik işçi olarak çalıştırıldıklarını görüyoruz. Ancak elde ettikleri kazanç, doğrudan ailelerine gitmekte ve kendilerine bir şey kalmamaktadır. Sadece ev dışına çıkma hakkı elde etmiş olmaktadırlar.

    Bekâr kadının sokağa çıkamama, eğitim görememe, eş seçme hakkından yoksun bırakılarak edilgen biçimde kısmetini bekleme durumu, onu mutsuz bir yaşama sürüklemektedir. Evli kadınlar ise çok çocuk, aşırı hizmet, kuma, namus baskısı ve evlendikten sonra ailelerinden miras alamama gibi nedenlerden dolayı mutsuzdur. Özellikle üreme sağlığına yönelik sorunları büyüktür. Erken yaşlanma ve yıpranma söz konusudur.

    1844 fermanıyla Abdülmecit’in yasakladığı “başlık parası” maalesef devam etmekte, devlet uygulamayı kaldıracak ciddi bir çalışma yapmamaktadır. Bu da zaman zaman “kız kaçırmaya” kız kaçırmalar ise cinayetlere yol açmaktadır.

    Kimi zaman başlık parası yerine, verilen kıza karşılık diğer aileden kız alınarak karşılıklı değiş tokuş (berdel) uygulanır. Evlenecek kızlara damat adayını isteyip istemedikleri sorulmaz. Üstelik bu kızlar daha çocuk yaştadırlar (9-17 gibi).

    KADININ TOPLUM İÇİNDEKİ YERİ

    Berdel gibi başlık parasının verilmediği durumlarda, iki ailenin kız ve erkek çocukları çapraz olarak evlendirilirler. Kaçarak evlenme vakalarında ise erkek ailesinin başlık parası ödemesiyle sulh sağlanır. Bu olay “barış tazminatı” diye de adlandırılır.

    ‘…sanık tarafından maktulenin düzensiz yaşantısının gündeme getirildiği, konuşma sırasında maktulenin sanığın uyarısına karşı “karışamazsın” şeklinde tepkisini dile getirdiği, sanığın da önceki olayların etkisiyle eline geçirdiği bıçakla maktulenin vücudunda 48 bıçak yarası oluşturacak şekilde kız kardeşini öldürdüğü…’

    Hiç şüphe yok ki, bu gibi mahkeme kararı örneklerini çoğaltmak mümkündür. Bu kararların temel özelliği, namus cinayetlerine kurban gidenlere değil, cinayeti işleyen sanıklara merhamet gösterilmesidir.

    ‘…maktulenin bir odaya kapatılmak suretiyle hayatla bağının kesildiği, çevreden yardım isteyebilecek durumda olmadığı, en yakınında olan annesinin ipi getirerek yine yakınında olan ağabeyinden kardeşini asmasını istemiş olması ve kapıda, oda dışında bu durumu bekliyor olması karşısında maktulenin direncinin tamamen kırılmış olduğu…’

    ‘…Fırat nehri kenarına geldiklerinde aracı durdurduklarını, Abdullah ile Sakıp’ın mağdurenin boğazını sıktıklarını, hareketsiz kalınca kendisini Sakıp’la birlikte Fırat’a atıp yollarına devam ettiklerini belirtmiş…’

    Kölelik hukukuna onay

    “Mahkeme, ağır tahrik nedeniyle 16 yıllık cezayı dörtte bire indiriyor. Trafik cezası gibi düşünürseniz, olaydan dörtte üç Gönül, dörtte bir katiller suçlu bulunuyor.

    Peki nedir bu cinayeti neredeyse suç olmaktan çıkartan “ağır tahrik”. Bu kadının sevmediği bir adamla bir hayat geçirmeyi reddetmesi ve sevdiğine gitmesi. Yani boşanma hakkını kullanması. Ama töreler, Gönül’e boşanma hakkı tanımadığı için o da bunu kaçarak yapıyor.

    Bir kadının sevdiğine gitmesi, bir adamı gözü dönmüş katil haline getiriyorsa, burada suç, “tahrik eden”de değil, tahrik olandadır.

    Ama töreler öyle demiyor.

    Gencecik bir kızı, satıldığı adamın tapulu malı haline getiren, ona bu ‘mal’ı istediği gibi dövme, sövme ve isyan ederse öldürme hakkını da veriyor. Ve işin acısı, o mahkemedi yargıçlar da, ‘malından olan’ kocanın ölüm saçan öfkesini haklı görüp “ağır tahrik” indirimiyle, törelerin hukukuna onay veriyor.

    Ne yazık ki biz Urfa’da, köleliği yargıçlarımızın vicdanında mahkûm edememiş, adına “ağır tahrik” deyip hukuka yerleştirmişiz.


    Birinci olay Milaslı karı koca arasında yaşanmış. Koca, karısını zina yaparken yakalıyor. Daha sonra mahkemeye başvurarak hâkime boşanmak istediğini, karısını kendisini aldatırken yakaladığını belirtiyor. Ancak davaya bakan Kırşehirli hâkimin kendisine verdiği yanıt ise gerçekten çok ilginç:
    “Sen ne biçim adamsın, buraya geleceğine karını temizleseydin.”

    Diğer bir olayda ise yine Milasli bir çift Oktay ve Müyesser arasında geçiyor. Müyesser Avukat Medine Hanım’a gelerek kocasını aldattığını ve boşanmak istediğini belirtiyor. Avukat Medine hanım önce kadının kocasından boşanmak için blöf yaptığını düşünüyor. Ancak daha sonra Müyesser’in sevgilisi de Avukat Medine’ye gelerek ilişkilerini doğruluyor ve durumu anlatıyor.

    Ancak mahkemede Oktay hâkime boşanmak istemediğini, onu üç kere kendisini aldatırken yakaladığını, bin kere de yapsa boşanmayacağını, karısını sevdiğini söylüyor. Kırşehirli hâkimin dava sırasında Oktay’a verdiği yanıt yine çok ilginç: “Oğlum başındaki fazlalıkları görmüyor musun?”

    O.S. Güneydoğumuzun bir ilçesinde evlilik dışı bir çocuk dünyaya getirdiği için erkek kardeşi tarafından sokakta kurşunlanan, gazetelerde cesedinin taşlandığı haberi verilen kızlardan biridir.

    Konuyla ilgili daha fazla bilgi almak için o ilin vali yardımcısını aradım. Bana ilçe kaymakamıyla görüştüğünü, kaymakamın kendisine, “Bu yarayı kaşımayalım sayın valim, anlatılanlara göre öldürülen kız bunu hak etmiş” dediğini aktardı. Tahmin edilebileceği gibi bu sözler tüylerimi diken diken etmeye yetti. Dikkatinizi çekiyorum, evlilik dışı bir çocuk nedeniyle öldürülen kız için “hak etmiş” yorumu yapan bir kaymakam var.



    Şanlıurfa Barosu olarak, çoğu kesimin olayların sebep ve temeline yeterince inemediği kanısını taşıyoruz…Kitapların toplatıldığı ve yakıldığı, demokratların ve aydınların DGM kapılarından ve cezaevlerinden eksik olmadığı bir toplumdan başka ne bekliyordunuz?

    Neredeyse çeyrek asra yakın bir süredir olağanüstü hal koşullarında konuşmanın ve eleştirinin yasak olduğu, rejime ve sisteme aykırı her fidanın kırıldığı, yeşermesine olanak tanınmadığı, geçim koşullarının yok edildiği, yeterli eğitim ve öğrenimin verilemediği toplumdan ne bekliyordunuz?

    Sevda’ların katili M’ler, ileriye kapalı, barışa düşman, şiddete tapan ve yoksulluğa mahkûm edilmiş toplumun ürünüdürler.

    Ülkede çağdaş ve demokrat bir toplumun kültürel altyapısını yaratamayan, yaşayanının yüzde ellilere varan kesimini işsiz güçsüz bırakan, nüfusun tamamına yaklaşan kesimini yeterli eğitim ve öğretimden yoksun kılan sistemin yaratıcıları ve temsilcilerini yargılama yerine, salt 14’lük M’lerin daha nice Sevda sonuçları kaçınılmazdır.



    Gerekçelerde, İstanbul Barosu Başkanlığı’nın davada müdahil olmak istemesinin asli nedeni, mahkemenizde görülmekte olan “insan öldürme” fiilinin “sıradan” insan öldürme fiillerinden farklılık taşımasıdır. Olayda, ülkemizde yaygın bir biçimde görülmekte olan kadına yönelik şiddetin vahim bir boyut kazandığı “töre” ve/veya “namus” adı altında işlenen cinayetlerde kadınların en temel hakkı olan yaşama hakkına saldırı söz konusudur.

    Nüfusun yarısını oluşturan kadınların “yaşama hakları” devletin güvencesi altında bulunmamaktadır. Kadınlar, evde, okulda, işyerinde, kısaca özel ve kamusal alanda şiddete maruz kalarak ve/veya şiddet tehtidi altında yaşamaktadırlar. Türkiye’nin geleneksel yapısı, kadına yönelik şiddete karşı duruş getirmediği gibi bu şiddeti töre, namus vb gerekçelerle onaylama eğilimindedir. Daha gerçekçi bir anlatımla, kadınlar toplumsal; hatta yakın bir geçmişe kadar hukuki onayla katledilmektedir.



    Töre ve namus gerekçesiyle öldürülme tehtidi altında bulunan kadınların sosyal ve hukuki hiçbir güvencesi bulunmamaktadır. Yine bu kadınların yasal yollara başvurması da neredeyse imkânsızdır. Töre ve namus gerekçesiyle öldürülen kadınlar için ise hukuki mekanizma bulunmamaktadır. Yargılama konusu olayda olduğu gibi, aile meclisi kararıyla harekete geçen sanık eylemini gerçekleştirip kadını öldürdükten sonra toplum ve ailesi tarafından sıkıca korunup gözetimekte ve hatta ödüllendirilmektedir. “Töre” ve/veya “namus” cinayetlerinde, öldürülme kararı genelde öldürülenin ailesi tarafından verilmekte olup, müşteki-müdahil olabilecek kişilerle suça azmettiren ve fiili işleyen kişiler aynı olduğundan bu tür davalarda müdahil tarafında genellikle hiç kimse olmamaktadır.



    Genç kızların tek seçeneği evliliktir. Aile içindeki otoriteden kurtulmak için evlenen genç kız, çoğu zaman aynı özellikli bir ailye gelin gitmekte, kayınbaba/valide, görümce ve kayınlarla oturmaktadır. Burada kendisine yabancı bu kitlenin tamamına hizmetçilik etmekte, özgürlüğüne müdahale edenlerin sayısı artmaktadır. Eğitimsiz olan bu genç kızlar, evlilik talebiyle gelenlerden birine razı olmaktadırlar. Bu evlilik çoğu zaman, gerçekte arzuladığı, düşünü kurduğu evlilik olmayabilmektedir.



    İnceleme yaptığım Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki ataerkil ve feodal toplumda kadın, ailye ait olup satılan bir mal olarak görülür. Aile şerefi kadın bedenine dayalı olarak tanımlandığı için, o bedenin aile meclisi onayı dışındaki ilişkilere açık olduğu izleniminin yaratılmasının aile şerefini zedelediği düşünülür. Bu durum, başlık bedelinin ve malın değerinin düşmesine, böylece ailenin sosyal ve ekonomik konumunun sarsılmasına yol açtığından, namus cinayetleri için önemli bir zemin hazırlamaktadır.



    Örneğin reşit olan bir kız ailesinin karşı çıkması üzerine sevdiği erkeğe kaçıp medeni nikâhla evlendiği halde, aile meclisi verdiği ölüm kararından caymamıştır. Çünkü, bölgedeki mevcut anlayışa göre, genç kız bunu yapmakla, ailesinin namusunu ve şerefini lekelemiştir. Erkek otoritesi sarsıldığı için manevi, başlık parası alınamadığı için de maddi yıkım söz konusudur.

    Resmi nikâh yaşına ulaşmamış bir kız çocuğu için ise babasından büyük bir erkeğin evine kim bilir kaçıncı kuma olarak gönderildiğinde, ailedeki otorite ve bütünlük bozulmadığı için namus ve şeref korunmaktadır.



    Yaygın olan anlayışa göre, namus cinayetleri, işleyene paye kazandıran şerefli bir suç kabul ediliyor. Törenin gereğini yerine getirip cinayet işlemeyenler ise ömür boyu başı önde gezmeye mahkûm ediliyor. Bu insanlar, kahvehaneye gidemezler, çünkü çay vermezler. Bakkala gidemezler, çünkü ekmek vermezler. Ya bölgeden göç edip kendi toplumundan kaçacaktır veya baskılara direnemeyip aynı yola başvuracaktır.



    Kocası ölen bir kadın ise bazı bölgelerimizde töre gereği, kocasının erkek kardeşiyle evlenmek zorunda kalmaktadır. Buna karşı çıkarak karısını ya da yengesini öldürenlerin dava dosyaları içler acısıdır. Bununla beraber bir erkeğin ikinci evliliğini ya da daha fazlasını yapması için eşinin ölmüş olması gerekmemektedir. Çünkü karısının kendisine itiraz hakkı yoktur.



    Kadınlar ailelerini kaybetmektense kızlarını feda edebiliyorlar. Mesela bir anne, “Kızım senin intihar etmeni isterim” diyebiliyor. Aksi taktirde, oğlu cinayet işleyecek ve hapse girecektir. İki kayıp yerine birisi yeğlenmektedir.

  2. #2

    Üyelik tarihi
    12 Eylül 2006
    Yer
    konya
    Yaş
    47
    Mesajlar
    3,709
    Tecrübe Puanı
    65

    Standart --->: Toprağa Düşen Sevdalar 1-2

    özetini okuduğum kadarıyla güzel bir kitapmış,fırsatını bulduğumda alıp okurum inşallah...

  3. #3

    Üyelik tarihi
    24 Şubat 2007
    Mesajlar
    527
    Tecrübe Puanı
    29

    Standart --->: Toprağa Düşen Sevdalar 1-2

    Merak uyandıran konusu dikkat çeken gerçeklerle dolu bir kitap...

Benzer Konular

  1. içime düşen ses
    By şehzade in forum Şairlerden Şiirler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 07.Ekim.2007, 23:38
  2. serseri sevdalar...
    By şehzade in forum Aşk ve Sevgi Şiirleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 25.Nisan.2007, 22:16
  3. Bu Toprağa(Vatan için)Can Verenler...
    By KöLeKRaL in forum Konusuz Konular
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 31.Ocak.2007, 02:42
  4. Büyük Sevdalar
    By vergun in forum Aşk ve Sevgi Şiirleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 22.Ekim.2006, 02:53
  5. Sevdalar
    By ReLaKsT in forum Aşk ve Sevgi Şiirleri
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 03.Ekim.2006, 23:45

Bu Konudaki Etiketler


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.