Bu asrın insanı en çok aklıyla iftihar ediyor. Hattâ Avrupa'daki akılcılık dönemi için "aydınlanma dönemi" diyenler, aklın herşeyi ihâta edebileceğine ve herşeyi kavrayabileceğine hükmetmişler. Fakat akla yaptıkları vurgu, onları Yaratıcı'ya karşı inkâra sevk etmiş. Her aklın hâşâ bir "İlâh" telâkki edilmesine yol açan bir düşünce, insanları bu gücü keşfetmeye çağırmı.

Geçmişte fert bazında görülen bu iddialar, zamanımızda kuvvet ve cemaat bularak cereyanlar halinde ortaya çıkmışlar. Allah'ın verdiği bu en büyük nimeti ifratla insanlığın aleyhine çeviren "akılcılara" karşı, tarih boyunca aklı iptal eden birçok felsefî akım da ortaya çıkmış. Sofestâilikten, nihilizme kadar...

Âlemi İslâmda ise akıl ile sâir duyguların yolları, Asr-ı Saadetten yaklaşık iki asır sonra yavaş yavaş ayrılmaya başlar. Aklın acizliğini, ihâtasızlığını ve ebediyet karşısındaki çaresiz liğini iyice kavrayan tasavvuf ve tekke, aklı ikinci dereceye atar. Şeriat çerçevesinde kalan tekke, aklı iptal etmez, fakat onu gevezeliğinden dolayı genellikle arka odaya çeker. Tâ ki, kalbin kumandasındaki duygular ebediyet yollarını tutan varlık dağını delebilsinler.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/konusuz-konular/6472-akil-nimeti.html#post9625

Tekkeye karşı medrese (mektep) ve medresede inkîşâfa başlayan kalem, yaratılışa ve Yaratıcıya ait olan bir çok meseleyi aklın süzgecinden geçirerek nakille çelişmeyecek şekilde ortaya koymuştur. Akıl ve kalbin farklı mekân ve mecrâlardaki akıntısı, olaylara ve dönemlere tesir ede ede 20. asrın başlarına kadar devam etmiştir kanaatimizce.

İnsanı iki dünyada mesul edip eşrefi mahlûkât olmasını, dünya nimetlerinden istifâde etmesini, hepsinin üzerinde Allah'a muhatap olabilmesini netice veren aklı, asrımızda yeniden ele alan Bediüzzaman Said Nursî, mânâ âleminde tasavvufun pişdarları Şahı Geylânî ve İmamı Rabbânî'den aldığı telkinle akıl ile nakli, tıpkı Asr-ı Saadetteki gibi tek mecrâya sevk etmiştir. Kur'ân'ın himayesindeki akıl kalp beraberliği dinsiz Avrupa felsefesinin temsilciliğini yapan ve aklı ilâhlaştıran metaryalizmi, naturalizmi ve realizmi yerle bir ediyor.

Kur'ân'ın bu zaferi bizlere gösteriyor ki, kalpten cüdâ bir akıl, zamanın hastalıklarına karşı dayanamıyor. Kalp de yalnız başına ahirzamanın bu dehşetli mânevi hastalıkları karşısında tutunamıyor. Bu birlikteliği bulamayan veya kaybedenlerin maruz kaldıkları ruhî bunalımlar, buhran ve aklî hastalıklar o kadar çok ki, Avrupa'da çığ gibi büyüyen bu hastalıklara karşı yine aklı esas alarak tedaviye kalkışanların çaresizliğini herkes duyuyor, okuyor. Akla dayanan ve aklı anladığını, ruhun mahiyetini bildiğini ve psikolojik sorunlara çözüm iddiasıyla hastaların karşısına oturan yetkililerin önemli kısmının akıl ve ruh hastası olduğunu hastaları söylüyor. Hasta ve hasta sahipleri doktorunu yetersiz görürse tedavisi mümkün olur mu?

Evet. Doğru olan, akıl ve kalbin Kur'ân'ın rahlesindeki beraberliğidir. Bu zamanda çevremizi saran, ruhumuzu, kalbimizi, duygularımızı tırmalayan, yırtan, parçalayan olaylara karşı aklî ve ruhî sağlığımızı korumanın yolu okumak, okumak ve anladığımızı yazmaktır. Bu aynı zamanda bir otokontroldür. Devamlı okuyan, başkalarıyla paylaşan ve yazan insanlar kontrole vesîle bir ölçü bulurlar. Ölçü kaçtığı zaman etraflarında yüzlerce îkazcı bulabilirler. Okumayan insanın zamanla düşünme melekesi de zayıflar. Bilhassa TV ve sanal âlemin bizleri çepeçevre sardığı şu toplum içinde ister istemez pasifize oluyoruz. Yani düşünemiyor, Kur'ân'ın bir çok ayetinin sonunda emrettiği akıl ile hareketten ayrı düşüyoruz. Farkına varmadan aklı iptal edip, başkalarının aklına, hipnotize olmuşçasına tâbi oluyoruz.

Belki de şu hal, materyalizmin, maddeci büyük aklın (!) bir oyunuydu. Kendi dışındakilerinin düşünmelerini ve fikir üretmelerini istemiyordu. Biz nur pervaneleri ise en büyük vazifemizin okumak ve öğrendiklerimizi kâinat kitabı üzerinde tefekkürle tatbik etmek olduğuna inanıyoruz. Madem ki, Risale-i Nurlar Allah'ın Hakîm isminin bir tecellîsidir; Hakîm ismi ise, aklın istikâmet içinde işletilmesini ister. Bizler okumalarımızı ve yazmalarımızı düzenli bir şekilde devam ettirmekle hem kalp ve ruhumuzu, hem düşünme melekemizi ve hem de derin mânâsıyla tefekkürümüzü muhafaza edebiliriz. 90 ve 100 yaşlarında mükemmel eserler veren sanatkâr, ilim adamı ve devlet adamları bu tezimizi tasdik ediyorlar. Zaman geçti, tevehhümü yanlıştır. Bir Mimar Sinan'ın Selimiye zamanı ile Itrî'nin saltanatlı tekbirinin ortaya çıktığı zamanlar normalde ihtiyarların çocuklaştığı zamana tekâbül eder.

Akıl nimetini, kalp arkadaşlığıyla ebedî ilhamlarda işletmek niyazıyla...