Tarih sahnelerinde yerini alan, hiçbir zaman unutulmayacak ve zaten unutturulmayacak olan Türkiye gerçeklerinden birisi de, hiç şüphesiz “başörtüsü yasağı” dramı.
Yıllardan beri dönem dönem iyice deşilen bir yara ve neticesinde artan sancılar, bitmek bilmeyen sızılar ve kaybedilen kanlar… Türkiye tarihinin rütbeli olaylarından biridir bu yasak. Hatta Türkiye ismini yabancı ülkelerin mensuplarının ağzından duyarken, “Burada Müslüman kızlar okullara alınmıyor” manasına gelen tanımlamalar duymanız da mümkün olmuştur.
Uygulamada keyfî, hakikatte ise gayr-i hukukî olan bu yasağa karşı, birçok mücadele verildi. Sayısız “başörtülü”, hakkını aramak için mahkemelere başvurdu, savunmalar yazdı, hakim karşısına çıktı. Başörtüsünün siyasi simge olarak; geri kafalılık, yobazlık, çağ dışılık olarak gösterilmesi karşısında, “Bu, inancımızın gereğidir ve inancımızı yaşamak en doğal hürriyetimizdir” diye karşı çıkanlar, kul ile Allah arasındaki ilişkiye çomak sokmak isteyenlerin niçin böyle bir davranışa giriştiklerine hiçbir zaman anlam veremediler. Ve zaten bu uygulamanın akla yatkın bir izahı da hiçbir zaman olmadı.
Yasak, toplumun her kesiminde farklı tepkilerle karşılandı. Haklı bulanlar oldu, ancak neyi, niçin haklı bulduklarından habersiz… Karşı çıkanlar oldu, “başörtüsü bir inanç gereğidir, hiçbir kanun buna karşı çıkmaya yetkili değildir” diyerek. Karşılaştırmalar yapıldı. Savunduğu ideoloji “gereği” top sakal bırakanlarla, “takıldığı akım gereği” simsiyah giyinenler; istediği saç modeli ve rengiyle üniversitelerinde rahatça dolaşanlar da çok konuşuldu hep. Ve okullarına mini etekleriyle girenlerse, sanırım en çok konuşulan, adı geçen kesimdi… Hakim karşısına çıkan bir başörtülü savunmasında, şu cümlelerle karşılaşıldı çoğu zaman: “Mini etekle okula giriliyorsa, benim de başörtümle okula girmek en doğal hakkımdır! Devlet onlara karışmıyorsa, benim de başörtüme karışmaya hakkı yoktur!”
Oysa din hürriyeti adına yapılan bu savunma metodu, toplumun hemen her kesiminde -doğal olarak- bir hak arama cümlesi olarak dillendirilirken, hiç kimse mini etekle sokağa çıkmanın din hürriyeti ile ilgisi olmadığının farkında değildi. Çünkü insanlar benimsedikleri herhangi bir inancın gereği olarak mini etek giymemekteydiler. Bilakis, mini etek, hangi dinden olursa olsun, kişinin “canının istediği” bir kıyafetti. Başörtüsü ise, bir “kıyafet” olmaktan çok öte, “bir dinin gereği” konumundaydı. Ve bu ikisi için aynı hürriyeti talep etmek, bir Yaratıcı emri olan başörtüsünün değerini ve konumunu, farkında olmadan zedelemek oluyordu.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/konusuz-konular/5982-savunma-mekanizmasi-uzerine-bir-analiz-denemesi.html#post8763

“Başörtüsü ve ‘mini etek’ hürriyeti”

Buraya kadar -belki de gerekli gereksiz- bir çok cümleyi, Doç. Dr. Nuri Çakır’ın Köprü dergisinde yayınlanan makalesindeki tespitlerini sunmak için kullandık. Çakır’ın bu konudaki düşünceleri, ilk bakışta buz gibi rüzgarlar estirse de zihinlerde, mantık terazisinde tartıldığında haklı yerini buluyor. Yine aynı sayıda yer alan Ufuk Özdemir’in yazdığı bir makalede geçen şu tespitleri öncelikle aktarmakta fayda görüyoruz:
“İslam dünyasında, kadınlar tarafından, cariyelere, yani kadın kölelere has olan açıklığa karşı, kapanma dini gerekçelerin yanında, aynı zamanda hür olmanın bir göstergesi olarak görülmüştür. Hatta çarşafın yaygınlaşmasının, kadınların cariyelerden farkını ortaya koymanın bir göstergesi olarak ortaya çıktığı iddia edilmiştir. Modern dönemde ise tam tersi, tarih içinde kölelere ve cariyelere has açık kıyafetler, modernliğin ve çağdaşlığın simgesi haline getirilmiştir.” (Ufuk Özdemir/Köprü Dergisi/Güz-2003)

Bu bilgiyi edindikten sonra, Doç. Dr. Nuri Çakır’a dönüyoruz… Bir savunma tarzı haline gelen başörtüsü ve mini etek hürriyetini, bakın, nasıl ele alıyor:
“‘Devlet mini etek giyene karışmadığı gibi, başörtüsü takana da karışmasın’ cümlesi, salt bir hürriyet talebi gibi görülmesine rağmen, dindarlar tarafından söylendiğinde, başka bir anlama gelmektedir. Gerçekten dindarlar için, mini etek günahkarca ve ahlâken zayıflık ölçüsü olan bir kıyafeti temsil eder. Çünkü, dinen yasaklanmıştır. Savunma için, mini etek-başörtüsü karşılaştırması yapan bir dindar, aslında zihnindeki bu kayıt nedeniyle şunu söylemek istemektedir: ‘Devlet ahlâksızlık yapana karışmadığı gibi, dinî inancının gereğini yerine getirmeye çalışana da karışmasın.’ Böyle bir karşılaştırma doğru değildir. Karşılaştırmada mini etek yerine başka bir kıyafet konulmuş olsaydı, daha sağlıklı bir karşılaştırma olurdu. Mesela, ‘İsteyen sarı kazak giyebiliyorsa, başörtüsü de takabilmelidir’ ya da ‘Devlet toka takana karışmadığı gibi başörtüsü takana da karışmasın’ denilseydi yanlış olmazdı. Çünkü, dinî kıyafetle ahlaka aykırı kıyafeti mukayese etmek çelişkili ve yanlış bir savunma yöntemidir. Zira, başörtüsü ‘takma davranışının’ ahlâki standartlarla hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen ve sadece kültür ve din hürriyeti ile ilgilidir.
O halde, mini etek adı altında ahlâka aykırı kıyafete hürriyetle, başörtüsü hürriyetini karşılaştırmak ve birbirine eş görmek, başörtüsünü savunmayı daha da zorlaştırmakta ve bu yoldaki hak aramalarını yanlış yöne sevk etmektedir.”
“Suç işleme hürriyeti”
“Mecelle\'nin, ‘Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır’ kuralı, burada uygulanmalıdır. Kötülüğü önlemek de iyiliği sağlamak da önemlidir, şayet bir öncelik gerekiyorsa, kötülüğü önlemek önce gelmelidir. Oysa, başörtüsü-mini etek kıyaslamasıyla bu kural çiğnenmektedir. Halbuki, dindarlar yukarıdaki savunma biçimiyle, kötülüğü/ahlâksızlığı önlemeyi geriye bırakıp, hatta görmezden gelip, iyiliği/din hürriyetini ön plana almaya yönelmektedirler. Kanaatimizce böyle bir öncelik zorunlu değildir. İnsanlar bir yandan ahlâksızlığı önlemek için çalışmalı, diğer yandan da devletin her türlü hürriyeti ve başörtüsü hürriyetini kabul etmesini istemelidir. Ahlâksızlık hürriyet değil, suçtur; suç işleme hürriyeti şeklinde bir hürriyet ise hiçbir zaman olmamıştır. Kıyafet tercihleri arasında mukayese yapılacaksa cümle şu şekilde olmalıdır: “‘Devlet başını açana karışmadığı gibi, başını örtene de karışmamalıdır.’” (a.g.e., Doç. Dr. Nuri Çakır)

Yazıyı yorumsuz bir şekilde sonlandırırken, sizleri vicdanî yorumlamalarınızla baş başa bırakıyoruz efendim.
Nice “hür” zamanlar temennisiyle…