Şarkılarla konuşan kadınEn çok sesinden tanıdığınız birinin sesini kaybetmesi, onu kaybetmeye denktir. Artık şiir yazamayan bir şair gibi; ya da koşamayan bir atlet... Çizemeyen bir ressam... Kurumuş bir nehir...Hele o ses, yıllarca hüznünüzü şarkının diline çevirmiş, coşkunuzu seslendirmiş, hafızanızın en derininde yer etmişse, "ses"sizlik, ölümden beter hale gelir.


Öyle bir sesti Müzeyyen Senar'ınki...
İlk kez 1930'larda çınlamıştı; musiki cemiyetlerinde, radyo günlerinde, bahçe sinemalarında, gazinolarda, taş plaklarda...

Deniz Kızı Eftalya'ların çağında; "Heybeli'de her gece mehtaba çıkılan" zamanda...Daha 12-13 yaşında, duru sesiyle herkesi büyülediği söylenir.
Ama o ses, bütün bir yüzyılı ve iki kuşağı katedip bize ulaştığında kırçıllı, esmer bir hüzne bulanmıştı.Sesinde, kim bilir kaç rakı sofrasından, kaç yangın yarasından, baba öfkesinden, ana hasretinden, evlat acısından, kaç diyet lokmasından, kaç yarin kokusundan derlenip damıtılmış özel bir aroma vardı.Öyle külhani bir efelenmeyle, öyle kavruk bir tonlamayla okurdu ki, o sesin bir gün susacağına asla inanmazdınız.
Edası, eril bir havadaydı; kadın tınısını erkeksi tonlara bulayan zengin bir harmandı onunki... Kıstırılmış, kuşatılmış, hadım hayatların sesi...O harman Zeki Müren'e, Bülent Ersoy'a el vermiş, ses geçirmişti.
Benzemez kimse ona
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/konusuz-konular/46403-can-dundar_sarkilarla-konusan-kadin.html#post94453
Radi Dikici'nin kaleme aldığı, her sayfası eşsiz öykülerle süslü harikulade biyografisini okurken ("Cumhuriyet' in Divası", Remzi, 2005), sesindeki yangının nedenini de çözmüştüm ilk elden...
Senar için şarkı söylemek bir varoluş biçimiydi.Çocuk yaşta anlaşılmaz bir nedenle kekeme olmuştu. Konuşurken derdini anlatmakta zorlanıyor ama şarkı söylerken bir zorluk hissetmiyordu. Sonunda şu karara vardı ki; "Tanrı, şarkı söylemesi için kekeme olmasını istemişti."Bundan böyle o, notalarla konuşacak, anlatmak istediklerini şarkılara dökecekti.

Plaklar susmaz
Bazı heceleri kekelemeden söyleyebilmek için gırtlaktan farklı sesler çıkarmak durumunda kalıyordu. Bir zorluğu aşmak için geliştirdiği bu yöntem, öyle çatallı gürüldeyen bir ses yarattı ki, dinleyenlere "Benzemez kimse sana" dedirtti.
Kitapta, hangi acıların boğazına düğümlendiği, yıllar yılı ses tellerine yan yana, peş peşe asıldığı yazılı...
Koştuğu patikalar boyunca birer birer geride bıraktığı o acılar, katman katman yer etmiş sesinde...
Acılarca kalınlaşmış sesi de...
Çocuk yaşta annesi evi terk ettiğinde yatağında şarkı söyleyerek ağlamış ilkin... Sonra, üzüldükçe şarkı söylemeye, kendini bestelerle avutmaya, güftelerden teselli bulmaya başlamış.
Böylece şarkı, sadece sözcüklerin değil, gözyaşlarının da kahkahaların da ikamesi olmuş.
Nice elemle kavrulup onca yangının içinden geçmiş; hasretin, şöhretin, ihanetin alevinde demlenmiş.
Bundan sonra plaklarda yaşayacak o sesin her dinleyişte bizde yarattığı hüzzam etkisi, muhtemelen ses tellerine sinen bu hicran seyahatinin mahsulüdür.
"Ölürsem yazıktır, sana kanmadan" diye başladı mı, aynı sesten üremiş, çoğalmışçasına duygudaş oluruz birden...
"Bende hicran yarasından da derin bir yara var" dedi mi, yaralanırız hicran yarasından da derin kesilmişçesine tenimiz...
90 yıllık o ses, farklı yönlere savrulmuş hayatlarımızın buluşma noktasıdır; susarsa dağılırız.

ATATÜRK'ÜN HUZURUNDA
"Sizin saçınızı, eşinizin bıyığını keseceğiz"
1936 yılı aralık ayı...
Bir gece kapıya gelen Nubar Tekyay, Müzeyyen Senar'a "Saray'dan beklendiği" haberini veriyor.
Senar hemen üzerine düzgün bir elbise giyiyor. Eşiyle birlikte kapıda bekleyen büyük otomobile binip Dolmabahçe Sarayı'nın yolunu tutuyorlar.
Senar, gerisini Radi Dikici'ye şöyle anlatıyor:
"Saraya vardığımızda bir yaver bizi aldı ve büyük salona götürdü. Uzun bir masanın etrafında devrin bütün tanınmış kişileri yer almıştı. Atatürk ortada oturuyordu. Eli çenesinde anlatılanları dinliyor ve tebessüm ediyordu. Ben yaklaştıkça dikkatini onlardan ayırdı ve göz ucuyla beni takip etmeye başladı. Yaverle birlikte tam karşısına geldiğimde yaver,
'- Müzeyyen Senar hanım huzurlarınızda' dedi.
'- Beyefendi de kocası' diye ekledi.
Atatürk,
'- Öyle mi? Pek güzel. Gel bakalım hanım kızım. Otur şöyle yanıma' dedi.
Hemen sağ tarafına bir sandalye çektiler. Çekine çekine sandalyenin ucuna iliştim. Heyecanımı anlamış olacak ki;
'- Otur bakalım. Çekinme... Eğer böyle yaparsan o güzel sesini nasıl dinleriz' diye yavere işaret etti. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Yaver;
'- Lütfen beni takip ediniz Müzeyyen Hanım' dedi.
Salondan çıkıp siyah mermerlerle kaplı bir büyük banyoya geldik. Birden korkuya kapıldım. Biraz sonra Ali de içeri girdi. Yaver;
'- Merak etmeyin efendim, berberimiz sadece sizin saçınızı ve eşinizin bıyığını kesecek' dedi.
Sonradan öğrendiğime göre, Atatürk benim enseme topladığım saçlarımı beğenmemişti ve modern bir görünüm almam için saçlarımı kestirmek istemişti. Nitekim berber saçlarımı alagarson kesti. Birden görünümüm değişmişti. Ali de bıyıklarını kaybetti. Biraz sonra huzura gittiğimizde;
'- İşte şimdi mükemmel oldu. Ver bakalım şu koltuğunun altındaki defteri... Herhalde şarkı defteridir, değil mi' diye sordu.
Defteri kendilerine uzattım. Bu konuşmaları masada bize yakın olanlar aynen duyuyor ve yakınen izliyorlardı.
Atatürk, masanın üzerine koyduğu repertuarımın yazılı olduğu defterin sayfalarını tek tek açarak bir süre inceledi. Bir taraftan da rakısını yudumlarken tabaktaki leblebileri meze yapıyordu. Öyle keyifli bir içmesi vardı ki, imrenirdiniz. Sonra bana döndü,
'- Kızım sen bunların hepsini biliyor musun? Şimdi senden bir şarkı istesem söyleyebilecek misin' dedi.
Boynumu büküp;
'- Emredersiniz efendim' dedim.
Açtığı sayfalardan birini bana uzatıp;
'- Haydi bakalım, şunu bir oku da dinleyelim' dedi.
Saz ilerde kapıya yakın bir yerde hazır bekliyordu. Tatyos Efendi'nin hicazkar şarkısını seçmişti:
'Mani oluyor halimi takrire hicabım /
Üzme yetişir üzme fırakınla harabım...'
(...) Tam şarkıyı bitirdiğimde Atatürk elini kaldırınca saz ve ben sustuk. 'Acaba ne hata yaptım' diye düşünürken, Atatürk herkesin duyabileceği bir sesle:
'- Hımm! Bu ne güzel ses. Hadi bakalım, durma devam et bakalım' dedi.
Emre uyduk, devam ettik. (...) Masa büyük bir keyif içindeydi. Herkes coşmuştu. (...) Bütün korku ve heyecanım geçmişti. (...) Vakit oldukça geç olmuştu.
O zaman bana;
'- Hadi bakalım, şimdi Rumeli türküsü' dedi.
Ben de hemen türkülere başladım:
'Alişimin kaşları kara'...
Bir taraftan beyaz leblebisi, rakısı ve keyifle tüttürdüğü ucu yaldızlı sigarasıyla bana refakat ediyordu.
O coşuyor, biz coşuyorduk. Sabahın ilk ışıkları görününce sofradan kalktı. Saz sustu, böylece benim için endişeyle başlayan gece, büyük bir keyif ve coşkuyla sona ermişti. Ancak gece, Ali için tam bir eziyet olmuştu. Eve dönerken somurtup durdu ve bir tek kelime etmedi. Atatürk'le tanışmanın onu fazla etkilememiş olmasına şaşırmıştım. Hatta bir yaverin ayrılırken uzattığı zarftan çıkan 700 lira bile... Eve döndüğümüzde üzerime yürüyerek beni dövmeye yeltendi."