PROUST YAŞAMINIZI NASIL DEĞİŞTİREBİLİR? // Alain de BOTTON

Birinin düşüncelerinin bilgece olup olmadığını tartmak için en iyi yol, o kişinin zihinsel ya da fiziksel sağlık durumunu dikkatle gözden geçirmektir. Eğer dile getirilen düşünceler dikkate değer düşüncelerse, bu düşüncelerin yararını sözü söyleyen kişinin kendisi zaten görmüştür. Bu gerçek, yalnızca yazarın yapıtıyla değil, aynı zamanda hayatıyla ilgilenmemizi haklı kılar mı?
Ondokuzuncu yüzyılın saygın eleştirmenlerinden Sainte Beuve, bu soruyu kesinlikle olumluyordu:
İnsan, bir yazar hakkında kendine bir sürü soru sormadan, bu soruları, kendi kendine, fısıltıyla yanıtlamadan, onu tam olarak kavradığından emin olamaz. Kendimize sorduğumuz sorular onun yazdıklarıyla pek ilgili olmayabilir: Din konusunda neler düşünüyordu? Doğa manzaraları onu nasıl etkiliyordu? Kadınlarla ve parayla olan ilişkisinde nasıl davranıyordu? Zengin miydi, yoksa fakir mi? Her gün neler yerdi, neler yapardı? Erdemli ve zayıf yönleri nelerdi? Bu sorulara verilen yanıtlardan hiçbiri konuyla ilintisiz değildir.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/kitap-ozetleri/49110-proust-yasaminizi-nasil-degistirebilir-alain-de-botton.html#post99693
Konuyla ilintisiz olsalar bile, yanıtların bize ilginç geleceği kesin. Yapıtları ne kadar başarılı, ne kadar bilgece yazılmış olursa olsun, galiba sanatçıların çoğunun yaşamı, hemen her zaman, alışılmadık derecede aykırı; karışıklıklarla, üzüntülerle, aptallıklarla dolu.


Bu, Saint-Beuve’ün tezini, Proust’un niçin kabul etmediğini, yazarın hayatının değil, kitaplarının önemli olduğunu niçin bu kadar ısrarla savunduğunu açıklıyor. Proust’a göre, asıl önemli olanı değerlendirebilmek için yazarın hayatına değil, kitaplarına önem vermek gerekir. (“Bazı yazarların kişilikleri, kitaplarından çok daha üstündür çünkü kitapları kitap değildir.”) Balzac aksi, Stendhal konuşma özürlü, Baudelaire takıntılı olabilir; ama bu gerçekler, yaratıcılarının kişisel kusurlarından hiç iz taşımayan yapıtlara yaklaşımımızı niçin etkilesin?
Bu iddia ne kadar ikna edici olursa olsun, Proust’un konu üzerinde niçin bu kadar ısrarla durduğunu anlamak pek zor değil. Mantıklı, iyi kurulmuş, genelde berrak ve neredeyse bilgece yazılmış yapıtlar vermiş olsa da, yaşamı boyunca çektiği fiziksel ve ruhsal acılar şaşılacak kadar çoktu. Bazılarının, hayata Proust’un yaklaştığı gibi yaklaşmak istemesi anlaşılır ama aklı başında olan hiç kimse onun yaşadığı hayatı yaşamak için en ufak bir istek duymazdı.
Onun bu kadar acı çekmiş olması, bizde nasıl şüphe uyandırmasın? Böylesine zor ve benzersiz bir yaşam sürecek bu adamın, bu kadar çok şey bilmesi, bize söyleyecek bu kadar çok ve değerli şey bulabilmesi mümkün mü? Ortaya çıkardığı şeyler, Sainte-Beuve’ün verdiği tariften bu kadar farklı değerlendirilebilir mi?
Hayat gerçekten zor bir sınavdı. Proust’un yaşadığı ruhsal sorunlar yeterince fazlaydı:



Proust, hayata, iyideniyiye garip bir annenin kollarında gözlerini açtı. Genellikle “Anne”, ama daha sıklıkla “canım anneciğim” diye çağırdığı Madam Proust için şöyle diyordu Marcel: “Ona göre ben her zaman dört yaşındaydım.”
“Ana-babasından hiç ‘annem’, ‘babam’ diye söz etmezdi, onları her zaman bir çocuk duygusallığıyla ‘anneciğim’, ‘babacığım’ diye anardı. Bu heceler ağzından çıkar çıkmaz gözleri yaşarır, boğazına düğümlenen hıçkırık yüzünden boğuk bir ses çıkarırdı.” Diye anlatıyor, Proust’un arkadaşı Marcel Plantevignes.
Madam Proust, oğlunu, en ateşli aşığı bile geride bırakacak bir tutkuyla seviyordu. Bu güçlü sevgi, büyük oğlu olan Proust’un çaresizliğe kapılmasına yol açıyor ya da en azından çaresizliğini artırıyordu. Annesi, Proust’un onsuz hiçbir şeyi doğru düzgün yapamayacağını düşünüyordu. Proust 34 yaşına gelip de annesini kaybedene kadar onunla birlikte yaşadı. Ama ölmeden önce de, Madam Proust’un en büyük kaygısı kendisi gidince Marcel’in hayatta kalmayı nasıl becereceğiydi. “Annem, onsuz olduğum zaman nasıl acılar çektiğimi çok iyi bildiğinden, acı çekmemem için bütün yaşamını bana adamıştı.” diye anlatıyordu annesinin ölümünden sonra Proust. “Hayatı boyunca beni eğitmeye çalıştı. Beni bırakıp gideceği güne kadar o olmadan nasıl yaşayacağımı öğretmeye uğraştı bana. Ben de, onu becerebildiğim kadar ikna ettim onsuz da gayet güzel yaşayabileceğime.”


İyi niyet taşımasına karşın, Madam Proust’un oğlunu bu kadar düşünmesi, tahakküm boyutuna varıyordu. Birbirinden ayrı kaldıkları ender dönemlerden birinde, Marcel 24 yaşındayken, annesine çok iyi uyuduğunu bildiren bir mektup yazdı (Uykusunun, dışkısının ve yediği yemeklerin niteliği, mektuplarda üzerinde en çok durulan noktalardı). Ama annesi yeterince ayrıntılı yazmadığından yakınıyordu: “Sevgili oğlum, ‘çok uyuman’ bana fazla bilgi, daha doğrusu, yeterince bilgi vermiyor. Tekrar tekrar soruyorum:
“Saat ... da yattın.
“Saat ... da kalktın.”
Proust, günlük yaşamını kontrol altında tutmak için annesinin duyduğu arzuyu tatmin etmekten genellikle mutluluk duyuyordu (Madam Proust ile Sainte-Beuve’ün konuşacak çok şeyleri olurdu herhalde). Zaman zaman, aklına geliveren bir şey için bütün ailenin görüşlerini almak istiyordu: “Tuvalete çıkarken bir yanma hissediyorum; yarım saat içinde beş ya da altı kere işiyorum ama kesik kesik. Bunun ne demek olduğunu babama sorar mısın? Son günlerde galonlarla bira içtim , belki de ondan olmuştur,” diye anlatıyordu Proust, annesine yazdığı bir mektupta. Bunu yazdığı zaman annesi 53, babası 68, kendisi de 31 yaşındaydı.
Proust, bir ankette yer alan “Sizi en çok mutsuz eden nedir? sorununa, “Annemden ayrılmak” diye yanıt vermişti. Geceleri uyuyamadığı zaman, annesi kendi yatak odasındayken, ona mektuplar yazar, sabah bulması için kapısına bırakırdı. “Sevgili anneciğim,” diye başlıyor Proust’un tipik bir mektubu, “Şu anda uyuyamadığımı ve seni düşündüğümü söylemek için yazıyorum bu mektubu.”
Birbirlerine böyle mektuplar yazmalarına karşın, aralarında gizliden gizliye bir gerginlik de vardı. Marcel şunu sezebiliyordu: Annesi onun sağlıklı olmasından, iyi işemesinden çok hasta olup kendisine bağımlı yaşamasını yeğlerdi. Madam Proust’un ilişkiyi, bir hemşire-hasta ilişkisine dönüştürme arzusuna isyan ettiği ender ama çok önemli mektuplarından birinde şöyle diyordu Proust: “Gerçek şu ki ben iyileşir iyileşmez, yeniden hastalanmam için elinden geleni yapıyorsun, çünkü sürdüğüm yaşam beni iyi ediyor, bu da seni kızdırıyor. Aynı anda hem sağlıklı olmanın hem de sevilmenin mümkün olmaması ne kadar üzücü.”
Marcel’in öteki çocuklara benzemediği yavaş yavaş anlaşılıyordu. “İlk bakışta onun garip biri mi, bir şair mi, kendini beğenmiş biri mi yoksa bir alçak mı olduğuna karar veremiyordu insan. Erotik şiirler okuyup müstehcen resimlere bakan bir çocuk, bedeninin okul arkadaşının bedenine dayayınca, kadınlara duyulan arzunun aynısını ona karşı da duyduğunu düşünür. Mme de La Fayette’i, Racine’i,Baudelaire’i, Walter Scott’u okurken hissettiklerinin temelinde ne olduğunu fark ettiği zaman, öteki çocuklardan farklı olduğu niye aklına gelsin ki?”
Ama Proust giderek daha iyi anlıyordu ki, Scott’un Diana Vernon’uyla geçireceği bir gece bile arkadaşının bedenine yaslanmanın çekiciliğiyle boy ölçüşemezdi; özellikle de, o dönemin Fransasının açık fikirlilikten ne kadar uzak olduğu, Proust’un, hala oğlunun evleneceğini uman bir annesi olduğu düşünülürse, Annesi, Proust’un erkek arkadaşlarına, onu tiyatroya ya da yemeğe davet ettikleri zaman yanlarına genç bayanlar getirmelerini rica ediyordu sürekli olarak.
Keşke annesi bütün enerjisini ona erkek arkadaş bulmaya harcasaydı; çünkü Diana Vernon’dan kendisi gibi hiç etkilenmeyen bir genç bulmak zordu. “İsteksiz olduğumu, erkek olmadığımı düşünüyorsun. Ama yanılıyorsun,” diye karşı çıkmıştı onunla flört etmek istemeyen onaltı yaşındaki yakışıklı sınıf arkadaşı Daniel Halévy’e. “Eğer bu kadar hoşuma gidiyorsan, bu kadar güzel gözlerin varsa..., eğer bedenin ve aklın ... bu kadar kıvrak ve zarifse, kucağına oturduğum zaman düşüncelerine daha yakın olduğumu düşünüyorsam, aşağılayıcı sözlerini hak edecek ne var bunda?”Arkadaşının itirazları üzerine kendi arzusunu desteklemek için Batı felsefe tarihinden örnekler vermeye girişiyordu: “Ahlaki inceliklere muktedir, çok seçkin ve zeki arkadaşlarım olduğunu söylemek isterim. Hepsi de en azından bir kere bir erkekten zevk almışlardı.” diye bilgi veriyordu arkadaşı Daniel’e, “İlk gençlik dönemlerinde yapmışlardı bunu. Sonradan kadınlara döndüler ... Engin dehaya sahip olan iki ustayı anmak isterim: Sokrates ve Montaigne. Onlar bütün hayatları boyunca yalnız çiçekleri topladılar. Bütün zevkleri tatmış olmak, içlerinden taşan kendilerine ‘zevk vermelerine’ izin verdiler. Erkekler arasında yaşayan bu tensel ve zihinsel arkadaşlığın, keskin bir güzellik anlayışı olan, ‘şehvet duyguları’ uyanmış bir erkek için, aptal, iğrenç kadınlarla yaşayan ilişkilerinden çok daha iyi olduğunu düşünüyorlardı.”
Yine de, gözleri hiçbir şeyi göremeyen genç adam, aptal ve iğrenç olan cinsin peşinden gitti