Kitabın *.rar sıkışık halini aşağıdaki linkte bulabilirsiniz:
http://www.vaizismail.com/dosyalar/hac_ali_seriati.rar

HAC ALİ ŞERİATİ"

...Hâlis tevbe suyuyla günahlarından arın; sıdk, safa, hudu' ve
huşu
elbisesini giyin.
Seni Allah'ı zikretmekten alıkoyacak ve O'na itaatten uzaklaştıracak
her
şeyden kaçın.
Allah'uTeâlâ'ya davetinde, Urvetu'l-vuskâ'ya sımsıkı sarılıp
Allah'a
doğru, saf, halis ve temiz bir icabette sebat et.
Müslümanlarla birlikte Beyt'in etrafında kendi vücudunla
yaptığın
tavaf gibi, arşın etrafında meleklerle birlikte kalbinle tavafda
bulun.
Hevâ'ndan tamamen uzaklaş, güç ve kuvvetinden beri ol,
Mina'ya
çıkışınla birlikte gaflet ve hatalarından çık, sana helal olmayan ve
hak
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/islamin-sartlari/57322-ali-seriati-hacc-kitabi-anlatimi.html#post116871
etmediğin şeyi isteme,
Arafat'ta yanlışı itiraf et, Allah Teâlâ katında ahdini Allah'ı
birleyerek
yenile; O'na yaklaş,
Ve Müzdelife'de Allah'dan ittika et..."1
Yayıncının Notu
Bu kitap, Şehit Ali Şeriatî'nin bizzat gözden geçirip ilaveler yaptığı ve "Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî'nin Eserlerini Derleme Bürosu"nun Külliyat arasında yayımladığı Farsça son Hacc baskısının tam çevirisidir.
Şûra Yayınları Editörü

İÇİNDEKİLER

YAYINCININ NOTU 4
GİRİŞ: OKUYUCU İLE HASBİHAL

Ters Dönmüş Post Elbise 7
Yirmiüç Günde Yirmiüç Yıl 11
İbrahim'le Sözleşme 14
Menâsik 14

I. BÖLÜM HACC
Hacc 25
Buluşma Zamanı 27
Mîkât'ta İhram 30
Niyet 34
Mikat'ta Namaz 35
Yasaklar 37
Ka'be 43
Tavaf 49
Haceru'l-Esved: Bîat 52
Makâm-ı İbrahim 58
Sa'y 62
Umre/Küçük Hacc'ın Tamamlanışı 74

II. BÖLÜM BÜYÜK HACC
Büyük Hacc 79
Arafat 81
Meş'ar 89
Minâ 104
Şeytan Taşlama 114
Kurban 116
Teslis Putları 137
Bayram 146
Bayramdan Sonra İki Gün Vakfe 146
Genel Bir Bakış 152
Bayram Sonrası Taşlama 153
Vahyin Son Mesajı 157
Sonuç 184
Dönüş 185

III. BÖLÜM
ŞEHÂDET: HACC'DAN DAHA BÜYÜK İBADET
Notlar 196
Resim 1 206
Resim 2 207

Giriş
OKUYUCU İLE HASBIHAL
Ters Dönmüş Post Elbise

Bir "din bilimci", özellikle de "dinler tarihçisi" olarak, Francis Bacon'un ifadesiyle "dinî duygu ve fırka taassubu karışmış bir bakışaçısı"yla, tarihin dinî "misyon"larını, her dinin2 "tarihî değişim süreci" ni incelediğim, "önceden özde var olan" la "sonradan var olmuş olan" ve ondan sonra "fasıla"ları, yani dinlerin "hakikat"i ile "realite"si arasındaki mesafeleri karşılaştırdığım zaman şu sonuca ulaştım:3

"Her dini, insanın kurtuluşunu uhdesine alan misyon açısından değerlendirdiğimizde, sosyal gelişimde, -bilinç, hareket, sorumluluk, insanî idealizm, sosyal bakışaçısı, adaletçilik ruhu, onurunu muhafaza etme ruhu ve nihayet gerçekçilik, tabiatçılık, maddi güçle uyum, bilimsel ilerleme, yaratıcılık, medeniyet, fikrî mücadele ruhu ve halkçılıkta... - Hz. Muhammed'in (s.) risâletinin, yani İslam Dininin İbrahimî Tevhid mektebinden daha ileri, daha vâkıf ve daha güçlü bir risâlet tanıyamıyorum."

"Fakat aynı zamanda İslam kadar çökme doğrultusunda ilerlemiş olan ve "önceden özde var olan"la "sonradan olmuş olan" arasında tenakuz derecesinde bir mesafe açmış olan bir risâlet de tanımıyorum."!

"Eğer siz, günümüz İslâm'ını çökmüş olan diğer dünya dinleriyle mukayese ederseniz, benim bu yargımı, doğru bulmayabilirsiniz. Fakat böyle bir mukayese doğru değildir. Her hakikatin sapma derecesini, o hakikatin kendi serüveni içinde değerlendirmek, ilk seyir çizgisi ve ilk hareket noktasıyla ölçmek gerek."

"Ve yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dahilinde bulunan Şia'yı, dinler arasında İslâm'ı nasıl görüyorsak öyle görürüz."

Hayret!

Diğer dinlerin "hakikat'i ile "realite"si arasında karşılaştırma yapıldığında "ihtilaf" kelimesi kullanılabilir. Halbuki İslâm ve Şia'nın tarihî yazgısıyla İslâm ve Şia'nın "tabiat"ı mukayese edildiğinde, böyle bir kelime, tam olarak uygun düşmez. Onun yerine "tezat" veya "tenakuz" sözcüğünü kullanmak, daha uygun olur.4

Daha da şaşılacak olan şu ki!:

Bütün maddî, manevî, açık, gizli amil ve imkânlardan oluşmuş bir güç, en güçlü ve en seçkin tarih felsefecileri, sosyologlar, antropologlar, filozoflar, beşerî bilim uzmanları, din bilimciler, sosyal psikologlar, siyasetçiler, doğubilimcileri, İslâmbilimcileri, Kur'an bilimcileri, fakihler, hikmet, irfan ve İslâmî edebiyat uzmanları ve Ortadoğu halklarının sosyal geleneklerini, ruhî ve fikrî özelliklerim, Ortadoğu toplumları ve düzeylerindeki zaaf noktalarını, duyarlılıkları, sosyal ve sınıfsal davranışa özgü eğilimleri iyi bilen kimselerden ibaret bir heyet görevlendirilmiş sanki. Hangi amaçla? Elbette halkın ve çevrenin tam ve.bilimsel bir incelemesini yapıp İslâm'ı derin bir şekilde tanıyarak, İslâm'ı kelimenin tam anlamıyla "ters döndürmek" amacıyla... Zira apaçık ortadadır ki söz konusu olan, bir dinin tabiî değişimi ve yıkılışı değildir. Bilakis İslâm'da ortaya çıkan şey "ters dönmüşlük"tür. Bu öyle tam bir ters dönmüşlük ki tesadüfle izah edilemez. Bu, tarihteki tabiî bilinçsiz faktörlerden, yabancı kültürlerle karşılaşmadan doğmuş veya İslâm'a girmiş olan milletlere özgü kavmî, sınıfsal ve geleneksel görüşlerin tesiri altında ortaya çıkmış ya da genellikle fikrî bir ekole veya dinî bir imana etkide bulunan, onu değiştirip saptıran başka bir tarihî, sosyal ve kültürel zorunluluk, şart ve sebeplerin tesiriyle kendini göstermiş de değildir, aksine öyle görülüyor ki İslâm'da bu ters dönmüşlük, çok bilinçli ve gelişmiş olarak ortaya çıkmıştır; öyle ki İslâm'ın en ileri itikadî ve amelî boyutları, en yıkık anti sosyal etkenler haline gelmiştir.

İlginç olan şu ki burada da özellikle Şia, böyle bir yazgıya sahiptir. Birbirine benzeyen iki tabiatın, benzer iki yazgıya sahip olması, anlaşılır bir durumdur. Daha doğru, bir ifadeyle Şia'nın, İslâm misyonunun en ileri tecellisi olduğu gibi, bu ters döndürmede İslâm misyonunun fiilen çökmüş görüntüleri haline gelmesi de tabiîdir.

Anladığım kadarıyla İslâm'ın, takipçilerinin bilgi, bilinç, özgürlük, hareket ve onurlarını garanti altına alan, hepsinden de öte, sosyal güç ve sorumluluk oluşturan en ileri itikadî ve amelî boyutları, şu üçünden ibarettir: Tevhid, Cihad ve Hacc.

Tevhid öğretiminin, okullarda son bulduğunu görüyoruz. Sonra gündeme gelse bile sadece ilahî bilgelerin ve Rabbani ariflerin toplantılarında gündeme geliyor. O da kelamî ve felsefî tartışmalar, hayattan kopuk ve halka yabancı zihniyetler ve daha çok da Allah'ın varlığının isbatı biçiminde sözkonusu ediliyor. Yani tevhid değil gündeme getirilen. Pratikte tevhid hiç demek! Yani hallolmuş bir mesele!

Ve bu daha ziyade düşmanın formasıyla oluyor, en azından düşmanın çıkarına uygun olarak yapılıyor!

Ve cihad! Tarihte bırakılmış, unutulmuş bir sözcük; cihadın felsefesi olan emr bilmaruf nehy ani'il-münker ise tekfir topuzu: düşmanın başına değil, dostun başına inen topuz!

Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!

Ve işte insanî kılavuzluğu, özgürlükçü ruhu ve devrimci sorumluluğu, Ali'yi seven müslümanlara ilham eden, Şia'nın kendine özgü en ileri itikadî ve amelî boyutları:



İmamet, Aşûra ve intizâr.

Bunlardan birincisinin, teklif karşısında tevessül aracı olduğunu, ikincisinin "musibet" mektebi, üçüncüsünün ise teslimiyet, zulmü ve fesat zorbalığını tevil felsefesi, ıslah yolunda atılan her adımın ve adalet yolunda yapılan her kıyamın peşinen mahkumiyeti felsefesi olduğunu görüyoruz!

Bütün bunları bir siyasetle elde ettiler: "Dua kitabı"nı kabristandan alıp şehre getirirken Kur'an'ı hayat şehrinin içinden kabristana götüren ve ölülerin ruhlarına gönderen bir siyasetle.

Bu siyaset, dinî ders havzalarında "usul"ü, İslâmî ilimler öğrencilerinin önüne koymuş ve Kur'an'ı ellerinden alarak öğrencinin odasının rafına koymuştur. Açıktır ki Kur'an hem müslüman toplumun hayatını, hem de İslam'ı terketmiştir! Onun yokluğunda her iş yapılabilir; nitekim her işi de yapmışlardır!

Bir aydın, kendi halkına karşı; bir müslüman, imanına karşı sorumluluk duygusu taşır. Bir müslüman aydın ise iki yönlü bir sorumluluğa sahiptir. O, hem imanının, aşkın değerlerinin başkalaşımından, hem de halkının çöküşünden ıstırap duyar. Onun gördüğü en büyük ıstırap ise toplumunun, ölü bedene hayat veren, kör gözü görür yapan Mesihî ruhlarla birlikte olduğu halde ölüp, gitmesi ve görmez olmasıdır! Bu müslüman aydın İslâm ve Şia'ya -müslüman topluma ve Şiî halka -karşı, özellikle İslâm ve Şia'nın bu en yapıcı üç boyutuna karşı nasıl bir duyguya ve ne gibi bir sorumluluğa sahip?

Acaba sessiz kalabilir mi? Acaba Batılı bir ideolojiye tutunmak, derde derman, halk için kurtuluş yolu mudur? İslâm ve Şia'nın yazgısına karşı bu ruhanî ulemanın sorumluluğu bulunduğunu bahane ederek kendi sorumluluğundan soyulabilir, sonuçsuz beklemelerle asırlarca oturabilir ve "entelce laflar ederek" varlık gösterebilir mi? Eğer İslâm -özellikle İslâm'ın Şiî telakkisi-, bilim ya da felsefede bir uzmanlık dalı değil de bir "misyon" ise, o halde "insanlık" onun direkt muhatabıdır, bilinçli aydın da ona karşı doğrudan sorumludur.



Ve sen benim dert ortağım aydın! benim arkadaşım aydın, sen ister kendini halk (insanlar) karşısında sorumlu bil, istersen Allah karşısında sorumlu bil,

Pratikte seninle bizim işimiz bir, sorumluluğumuz aynı!

Zillete düşmemiz için düşmanın seçtiği yol, izzetimiz için seçebileceğimiz en iyi kılavuzdur da.

Tam da düşmanın bizi "gönderdiği" yoldan tekrar

"dönmek".

Kur'an'ı kabristandan şehre getirmek ve sonra dirilere okumak, "raflar" m üzerinden indirmek ve derste açıp okumak.

Kur'an'ı yok edememiş, fakat kapatmışlardır. "Kitab"ı "teberrük edici şey" haline getirmişlerdir. O'nu tekrar "kitab" yapalım, "çok okunan Kitap"! Nitekim Kur'an, "çok okunan kitap" demektir.

Acaba dinî okullarımızdaki İslâmî derslerin müfredatında Kur'an'ın da bir ders kitabı olarak kabul edildiğini görebileceğimiz bir gün gelecek mi?

Acaba ictihad derecesine kavuşmak için Kur'an'ın da dinî bir kitap olarak zorunlu bir biçimde öğretileceği bir gün gelir de biz de görür müyüz?

Eğer Kur'an'ı dinimize, hayatımıza ve mezhebimize yeniden döndürürsek, O, Tevhidi, "dünya görüşü" olarak bize yeniden kazandıracak. Hacc, cihad, imamet, şehadet ve intizar ise Tevhide hayat veren ruhlarına kavuşacaklardır. Biz de kendi hayat veren ruhumuza! Ve işte şimdi tevhide kendi hayat veren ruhunu yeniden bulan Hacc'a geçebiliriz:

Tevhidi dünya görüşünde yer alan ve Tevhidin dünya

görüşü

olan Hacc'a! '

Yirmiüç Günde Yirmiiüç Yıl

Uç Hacc ve bir Umre'de edindiğim tecrübelerle sahip olduğum düşüncelerin özü ve Hacc konusunda söyleyeceklerimin tamamı, üç kitapta toplanmıştır:



Birinci Kitap: Bîst u Se Sal der Bîst u Se Rûz [Yirmiüç Günde Yirmiüç Yıl]* başlığını taşımaktadır.

*Kitapta köşeli parantez içindeki ifadeler çevirene aittir. (Çev.)



Düşündüm ki her İranlı, Hacc için Arap yarımadasında yirmiüç gün kalmaktadır. Nice yıllardır enine boyuna Peygamberi düşünmekte, hayatını tahayyül etmekteyim. Maalesef toplumumuzda Peygamber, bütün mezhebi şahsiyetlerimizden daha meçhul kalmıştır.5

Arada bir onun hayatından söz açılsa bile, bu da fırkasal problemleri, kelamî ve tarihî kavgaları, Şiî ve Sünnî ihtilaflarını ortaya getirmek için bir araç olsun diye yapılmaktadır. Sonuçta daima Peygamberin öğretici ve hayret verici hal tercümesinden özel ve sınırlı birkaç husus tekrar edilmektedir; üstelik bu da sorgulayıcı, araştırmacı bir gözle, müstakil araştırıcı bir ruhla değil, aksine sabit ön yargılarla; tek yanlı, önceden belirlenmiş, taklitçi ve genellikle bağnazca mevzî almalarla yapılmaktadır!

Netice itibariyle birkaç yıldır, Peygamberin hayran bırakan şahsiyeti, yüce ruhu ve cezbedici hayatına tamamen garkoldum. Yirmiüç yıllık elçilik hayatını -Mekke'de yıl yıl, Medine'de ay ay- derledim. "Tarih"te, bu "büyük ümmî Peygamber"in hayatıyla ilgili okuduğum şeyleri, Peygamber ülkesine ardarda yaptığım dört seyahat sonucunda "coğrafya"da buldum. "Peygamber"in hayatını, Peygamber ülkesine yerleştirdim. Bu temel üzere, Peygamber dönemi Arap yarımadasının bir haritasını çıkardım ve o zamanın bütün kabilelerini Arab yarımadasının mevcut coğrafî haritasına yerleştirdim. Peygamber çağındaki Mekke ve Medine şehirlerinin haritasını yaptım. Mekke'de, Medine'de, Taif de ve bu şehirlerin çevrelerinde, gerek Peygamberin gerekse Peygamberle, akrabalık, dostluk veya düşmanlık yoluyla ilişkisi olmuş olanların ayak bastığı her yeri bu haritada gösterdim. Seferlerinde takip ettiği bütün güzergahları, bütün savaş sahnelerini, hayatının bütün izlerini, -her nerede yaşamış ve her nereden geçmişse-izledim. Her halükarda O'nunla hatırası olan bu şehir, dağ ve sahralarda her yeri buldum.

Bedir, Uhud, Hendek, Benî Kurayza, Hayber, Fetih, Huneyn, Taif ve....cephelerinin ayrıntılı haritasını, Mekke ve Medine'deki evlerin haritasını, hatta Benî Haşim Mahallesinin müstakilen ayrıntılı krokisini, Mescid-i Nebevî'yi, eşlerinin evlerini, Fatıma'nın Medine'deki evini, Hatice, Ebû Talib ve Fatıma evladının evlerini, İmamların, Ashabın tam adreslerini ve de büyük düşmanlarının Mekke'de oturduğu mahali gösterdim.... Bugün Mekke, Medine, Taif vb. şehirlerin başkalaşmış vaziyeti içerisinde bulunulabilsin, Peygamber'in yaşadığı şehir ortamının, sosyal ve ailevî yaşamının tam tasviri zihinde canlandırılabilsin, tarih canlı bir şekilde görülebilsin ve bizim canımızla bağlı olan ve o zaman, mekan ve durumlarda hissedilebilsin diye....

Ve böylece sen "ey İranlı Hacı kardeşim"! Bu yirmiüç günde her yerde Peygamberle birlikte olabilirsin. Peygamberin onüç yıl Mekke'de kalışının bir sembolü olarak sen de Mekke'de onüç yıl kalabilir; O'nun izini sürerek Taife sefer yapabilirsin; O'nun gittiği her yere gidebilir, davet için, savaş için sefere çıkabilirsin...

Ve bu onüç yıllık Mekke hayatının ardından Muhacirlerle birlikte Mekke'den Medine'ye hicret edebilirsin; Rebeze ve Bedir yolundan geçerek Küba'ya ve ardından Medine'ye girebilir; Medine'nin Peygamber'den ve ailesiyle dostlarından bir iz taşıyan her sokağını, her noktasını dolaşabilir, yüreğinde hissedebilirsin. Akabinde Hayber'e, bu ıssız, suskun, el değmemi sanki ondört asır önceki haliyle kalmış olan vadiye sefer yapabilirsin. Rutubetli hurmalıklarının derin esrarengiz sessizliğinde, çevreni kuşatan dağların zirvesindeki 'Yahudi' kalelerini görebilir, birer birer tanıyabilirsin. Orada, hâlâ bu vadinin hatıralarla dolu sessizliğinde çınlamakta olan "Ali'nin gökgürültüsü gibi feryadı"nı duyabilir, onun eser ve izlerim dünya gözüyle görebilirsin: ferah kalenin keskin inişindeki Ali mescidini -ki burası, onun askerî üssü olmuştur-, Ali pınarını, hâlâ görünmekte olan kaleleri, metruk evleri ve ıssız Hayber hurmalıklarını temaşa edebilir, seyre dalabilirsin...

Ve o serüvenlerde, o topraklar üzerinde, Bedir, Uhud, Hayber, Hunenyn ve Mekke'de... sergilenen savaşların, sahne ve cephelerin ayrıntılı bir haritasını da görebilirsin...

Evet, Medine'de Peygamberle birlikte on gün yaşayabilirsin, O'nun burada on yıl kalmasının anısına! O'nun gittiği her yere gidebilir, oralarda Ali'yi de görebilirsin. Birer birer Ashabı ve Ashabın evlerini de tabiî. Bugünün Medinesi'nde Medine'nin geçmişim bulabilirsin.

Ve böylece heyecan, aşk, coşku, hareket ve cihad dolu İslâm tarihinde yerini alabilir, insanlık tarihinin bereket dolu yirmi üç yılı içerisinde, kendini Muhacirim ve Ensar arasında bulabilirsin. Hacc'la birlikte İslâm tarihini ve Peygamberin sîretini bu şekilde görebilirsin. Genellikle beyhude beklemeler, boş sözler, alış-veriş, alışveriş temaşası, alışveriş hakkında sohbet içerisinde heder olan ömrün en özgür zamanlarında, en amade hallerde, en aziz zemin ve zamanda, sen ey müslüman kardeşim! İslâm'ın beşiğinde Hacc'la birlikte, İslâm'ın değişim getiren mükemmel, dakik, zinde bir devresini öğrenip tecrübe edebilir, yaşabilirsin.

İbrahim'le Sözleşme

Hacc konusunda tedvin ettiğim ikinci kitap, Mîad bâ İbrahim [İbrahim'le Sözleşme] adını taşımaktadır. Bu kitap, Adem, İbrahim ve Tevhid'i, İslâm'ın insanî misyonu ve tarih felsefesini, "Tevhid" ve "şirk"in fikrî, tarihî, sosyal, ahlakî veya antropolojik rolünü, Hacc'ın simasının ana hatlarını ve Hacc felsefesini konu edinmektedir.

Menâsik

Üç kitaptan üçüncü kitap ise elinizdeki kitaptır ve Menâsik adını taşımaktadır. Menâsik, "ne-se-ke" [nüsk] kökünden gelen "mensek"7 kelimesinin çoğuludur. Kelimenin içinde ne gibi anlamlar bulunmaktadır? Prestij, zahidlik, riyazet, Allah karşısında huşu, insan, Allah'a yaklaştıran şey, elbiseyi yıkayıp temizlemek, eve varmak, doğru ve güzel yolda yürümek ve yürümeye devam etmek, Allah'tan gelen her hak, Allah'a sunulan şey, kan ve kan tazminatı...

Bu anlamlara göre;

nâsik insan: âbid, zahid insan.

Nâsik yer: üzerine yeni yağmur yağmış yemyeşil güzel

yer,

Mensek: tanıdık, dost memleket. Gönlün ülfet ve bağ kurduğu diyar, Allah'ın her ümmetin ayakları altına serdiği dosdoğru yol.



Ve Menâsik ne Hacc'ın adabı ve amelleri hakkında tam bir fıkhî risale, ne de bu âdabın felsefesi, bu amellerin yorum ve analizi hakkında fikrî bir risaledir; aksine Hacc'daki adâb ve amellerin özel adıdır "Menâsik". Bu, İslam'ın bizzat ona verdiği isimdir. Bu da benim, "topluluk" halinde "zaman"a bağlı olarak yapılan "düzenli hareketler" bütünü şeklinde yaptığım Hacc tarifimin, bu isimlendirmeyle uygunluk oluşturduğunu göstermektedir.

Bu kitap, Allah'ın bu aciz kulunun sözkonusu âdab ve ahkam konusundaki yorum ve çözümlemelerini ihtiva etmektedir. Hiçbir müslüman, Hacc merasimini bu kitaba göre algılamakla görevli değildir: Menâsik, fıkhî bir risale değil, fikrî bir risaledir. Benim tek yaptığım, "Hacc Menâsik"ini yorumlamaya çalışmaktan ibarettir; üstelik de bir ruhanî veya bir İslâmî mercii olarak değil, "müslüman bir hacı" olarak yaptım bunu. Elbette müslüman bir Hacının Hacc dönüşünde Hacc'dan ve Hacc makamında gördüklerinden söz etme hakkı vardır, nitekim söz etmektedir de. Diğerlerinin de onun sözüne kulak verme hakları vardır ve kulak da vermektedirler. Bu, sadece bir "hak" değil, ayrıca bir ananedir de; Hacc ziyaretçisi, Hacc dönüşünde -halkın yolcuyu görmeye gittiği seyahat adeti gibi değil- akrabalarını, tanıdıklarını, dostlarını ve komşularını davet eder. Bu gelenek dolayısıyla, her yıl Hacc meselesi düşünce ve zihinlerde şekillenir, bahis konusu edilir, her kes, Yaratan ve yaratılanlarla olan miadında "elde ettiklerim", kendi memleketine getirir, kendi toplumuna armağan eder. Bu, her yıl gücü yeten azınlığın pratik olarak ve gücü yetmeyen çoğunluğun teorik olarak Hacc'a katıldığı "büyük Hacc öğretimi"dir. Eğer bütün bir dünyadan, en uzak köy ve en geri kalmış kabilelerden Hacc'a gelen bir milyondan fazla müslümanın eğitim ve öğretiminden sorumlu olanlar, Hacc karşıtı lüks gösterimlerinde, çirkin aristokratizmlerde, yemede, içmede, uykuda, sağlıkta ve sefer hediyesinde gösterilen dikkati ortaya koysalardı, amellerin yapılış şeklinde, yani dış görünüşünde sergilenen bağnazlık, titizlik, kılı kırk yarma ve vesvesenin binde biri, Hacc'ın içeriği ve manasını idrak etmede sergilenseydi, evet böyle olsaydı, o takdirde Hacc, her yıl, yüzbinlerce gönüllü, iştiyaklı ve hür temsilciyi, bir aylık teorik ve pratik İslâmbilimi boyunca Hacc ruhuyla, İslâm misyonuyla, Tevhid mektebiyle ve müslüman milletlerin yazgısıyla tanıştıracak bir ders dönemi olabilirdi. O zaman Hacılar ülkelerine, şehir ve köylerine, iş, hayat ve iman çevrelerine dopdolu elleri ve yürekleriyle dönebilir, kendi öğrendiklerini halklarına öğretebilirlerdi. Böylece Hacc, her yıl, berrak düşünce ve imanıyla müslüman ümmeti sulayabilen coşkun bir zemzem olacaktır; "Hacı", öptüğü taş (Hacer-i Esved) yemininden başka ömrünün sonuna kadar karanlık çevresini aydınlatabilen bir nur taşıyıcısı olacaktır.

Her Hacı, kendisinin ve çevresindeki insanların idraki düzeyinde, en azından evde oturduğu günlerde, dost akraba ve meslekdaşlarından dörtyüz kişiyi tekrar edilip duran, basit, mide bulandırıcı hatıra ve olayların dışında Hacc okuluyla tanıştırsa, her yıl, bütün dünya müslümanları, bir milyon beşyüz bin Hacc öğretmeni vasıtasıyla öğretim görmüş olurlar. İslâmî gelenekte bir müslüman, insanları, kendisini görmeye iki konuda davet etmelidir: biri, Hac; diğeri, ölüm!

Yılda bir kez, belirli bir zamanda Hacc'ı düşünmek için!

Ve ölümü düşünmek için!

Ölüm!...Onun belirli bir zamanı yoktur. Ölüm, kurbanına haber vermeden gelir. Ancak ölümün seçtiği kurban, seni haberdar eder:

Aklını başına al!

Ölüm vakti sana da gelip çatar.!

Vakit! Ölüm vakti!

Hacc, diğer dinî veya dinî olmayan hüküm ve ameller arasında müstesna bir yere sahiptir.

Namaz, "ruhun, evrenin manevî merkezine, varlığın büyük mabûd ve maşukuna doğru yaptığı gezinti"; Victor Hugo'nun ifadesiyle "küçük bir sonsuz"un, "büyük bir sonsuz" karşısında duruşudur.

Bu "somut, sabit bir kavram"dır. Tabii ki farklı

derecelerde.

Cihad, bir "akîde savaşı"dır. Elbette onu anlama dercesi, mücahidin düşüncesinin derinliğine bağlıdır. Oruç da böyledir, Zekat da...

Fakat Hacc böyle mi?



Haccı somut bir kavram ve ifade ile tarih etmek

mümkün mü?

Hacc nedir?

Bu soruya, düşünen Hacıların sayısı kadar değişik

cevaplar verilebilir. Hacc, hangi manasıyla anlaşılırsa

anlaşılsın, "kendi"nden "Allah"a doğru

"halk"/yarıtılmışlar/la birlikte yapılan bir harekettir.

Hacc, "Müteşabih bir hüküm"dür..., Müteşabih âyet gibi...! Kur'an'daki ayetler iki kısımdır: Muhkem ve Müteşabih.

Muhkemler, tek boyutlu ayetlerdir. Açık, sabit manası olan sözlerdir.

Müteşâbihler ise çok boyutlu ayetlerdir. Zihni değişik yollara sevkeden, bir kaç mânânın anlaşıldığı sözlerdir.

En zengin, en esaslı mânâlar, "müteşâbihât" kapsamında gizlidir. Her çağda ve her keşifle, bu âyetlerin sayısız batınlarından bir batın açılır; düşünce ve duyguların değişim ve gelişiminde, beyanın sırlarla dolu karmaşık dokusu içerisinde bu ayetler daha bir açılır, daha bir aydınlanır.

Şifreli sedef içindeki bu Müteşabih ayetler, gelecek yüzyılların dalgıç düşüncelerinin avlayıp sökmeleri gereken şeyi, bugünün ve dünün kem gözleri ve kaypak düşüncelerinden saklamışlardır.

"Kur'an'ın sözü"nü sade bir mesaj yapan, bu Müteşabih ayetlerin çok renkli, yüzlerce kenarlı prizmasıdır. Mesajındaki sadelikten dolayı, onları, bir çöl bedevisi kolayca anlayacağı, kendisini ona muhatab göreceği gibi, medenî bir filozof da onun sanatsal mucizesi, manevî zenginliği ve fikrî kurgu derinliğinden hayrete düşer, bu filozofun araştırmacı düşüncesi ve anlam bulucu gönlü, onun sonuna erişemez, onu aşamaz!

Bu Müteşabih ayetlerdir ki bu kitabın ebedîliğini, etkinliğini, öğreticiliğini, sürekli tazeliğim; her şeyi çürüten, köhne yapan ve öldüren zaman sürecine ve de "kevn. ve fesad", "ölüm ve hayat" yeri olan zemine karşı korumuş, teminat altına almıştır.

Benim gözümde, hükümler de ayetler gibi muhkem ve müteşâbih diye ikiye ayrılır. Cihad, bir "muhkem hüküm"dür. Hacc ise bir "müteşâbih hüküm"! Bu "müteşâbih hükm"ün nlaşılmasını zorlaştıran, onu beyan etmek için seçilen dilin, "remizli bir dil", bugünkü ıstılahıyla sembolik dil oluşudur.

Bunun anlaşılmasını daha da zorlaştıran şey ise, bu "sembolik dil"in "lafız" değil", "hareket" oluşudur.!

Ve sessiz bir hareket!

"Remzî hareketler"le açıklanmış olan "müteşabih bir

hüküm"!

Ve Haccı müteşabih kılan sadece "dil" değildir. Onun müteşabih içeriği vardır!

Niçin böyle?

Zira Hacc, içindekileri, bir çağda, bir neslin gözü önüne çıkarıp koyacak ve batınını, bir "kavrayış" ihtiyacı ve bir "duygu" gücü için sofraya getirecek kadar basit birşey değildir. O takdirde gelecek asırlar için tekrarlanan bir gelenek haline gelir ve gelecek nesiller için kalıpsal seronomilerden, taabbüdî bir hükümden, abes ruhsuz, bomboş, kelamsız, rolsüz, nakışsız, köhne, bitmiş ve tarihte kalmış bir şeyden ibaret olurdu!

Bu durumda Hacc, bir akideyi, bir prensibi ve bir "değer"i ortaya koymayacaktır. Halbuki gerçek bir Hacc, İslâm'ın ta kendisidir. İslâm, "kelimeler"le Kur'an; "insanlar"la imamdır.

Ve "hareketler"le de Hacc!

Öyle anlaşılmaktadır ki Allah, insana anlatmak istediği her şeyi, Hacc'da ortaya dökmüştür!

Varlık felsefesi ve dünya görüşünden tutun insanın yaratılış felsefesi, tarihin seyri ve insanî tekâmülün aşamalarına -İnsanın toprak üzerine ilk ortaya çıkışından, nihaî kemalinin en son kalesine kadar her şey... Ve yine insanın öğrenmesi gereken şeyler ve İlahî miracına yükselebilmek için kullukta katetmesi gereken aşamalar... Ve nihayet, "beşer türü" nün tekvini projesi ve "örnek beşerî ümmetin teşkili planı, "beşerî ferd"in tekâmülü ve "ebedî değişim"in esası, "sabit düzen", "zamanla tam bir uyum", "sosyal asalet" ve genel olarak "bir topluluğun, Mutlak Ebediyet'e, sonsuz Kemâl'e doğru bilinçli, seçkin hareketi"

"Allah"a doğru hareketi...!

Evet:



Hidayet meselesi, ahlakî değerler, imamet, ümmet, mekteb, tarihî "ittisal", beşerî "toplumsallaşma" kültürel "kollektivite", siyasî "ittihad", sınıfsal vahdet, kavmî vahdet, itikadî vahdet, yol, hareket, yön, rehberlik, hedef, sorumluluk, ideoloji, fedakarlık, takva, bilgi, bilinç, vukûfiyet, seferberlik, hazırlık, silah, strateji, cihad, şehadet, aşk, kan, zafer, özgürlük...

Tevhidi dünya görüşü ve varlık felsefesinden tutun savaş, ayrımcılık, ve açlıkla mücadeleye kadar her şey!

Hem Allah, hem ekmek!

Hem kulluk, hem kurtuluş!

Hem "kendini yetiştirme", hem "ferd"in "ümmet'te

erimesi.

Kendini "halk"a feda etme; ama kendin için değil.

Halk için de değil;

sadece Allah için!

Acaba benim Hacc'dan anladığım nedir?

Esasen öncelikle şu soruyu cevaplandırmak gerek : Temel olarak Hacc'dan ne anlaşılabilir?

Hacc, genel bir bakışla insanın Allah'a doğru varlık seferidir; Ademoğullarının yaratılış felsefesinin sembolik gösterisi; bu felsefede ortaya konan şeyin nesnel tecessümüdür. Tek kelimeyle Hacc, "yaratılış tiyatrosu"dur. Aynı zamanda "tarih tiyatrosu", aynı zamanda "Tevhid tiyatrosu"dur. Yine Hacc "mekteb tiyatrosu", "ümmet tiyatrosu", (İslam'ın insanlar arasında kurmak istediği örnek itikadî toplumun tiyatrosudur.... Ve nihayet Hacc,. "insanın yaratılışı" nın ve "İslâm mektebi" nin sembolik bir gösterimidir. Bu gösterimin yönetmeni Allah, dili ise harekettir. Asıl karakterler: Adem, İbrahim, Hacer ve İblis;

Sahneler: Harem ve Mescid-i Haram bölgesi, Sa'y, Arafat, Meş'ar, Mina.

Semboller: Ka'be, Safa, Merve, gündüz ve gece, gün batımı ve gün doğumu, put, kurban.

Elbise ve süs: İhram, tıraş ve taksir...

Bu tiyatroda oyuncular kim?

- Bu daha da şaşırtıcıdır-