Giriş


REFORMTÜRK 17. YIL


5 sonuçtan 1 ile 5 arası
  1. #1
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Montaigne - Denemeler

    KENDİMİZİ TANIMAK


    Plinius'un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı olabilir. Zaten benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle uğraşıyorum; delilik ediyorum, bundan zarar görecek başkası değil, benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende başlayıp bende bitiyor, hiçbir kötülüğe yol açmıyor. Eskilerden yalnız iki üçünün bu işi denediğini söylerler; ama onların, yalnız adlarını bildiğimiz için benim yaptığımın tıpkısını yapıp yapmadıklarını söyleyemeyiz.


    Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca incelikleri ayırdedip yazmak sanıldığından çok daha zahmetli bir iştir. Sonra bir taraftan bu işin o kadar başka, o kadar garip bir zevki de var ki insanı dünya işlerinden, hem de en değerli dünya işlerinden çekip alıyor. Birkaç yıldır düşüncelerimin kendimden başka amacı yok; yalnız kendimi sorguya çekiyor ve inceliyorum. Başka bir şeyi incelediğim de oluyor ama, onu da hemen kendime çekiyor, daha doğrusu, kendime mal ediyorum; daha az yararı olan öteki bilimlerde olduğu gibi, bu bilimde öğrendiklerimi başkalarına bildiriyorsam, bunda hiçbir kötülük görmüyorum. Şunu da söyleyeyim ki öğrendiklerimle hiç de yetinmiyorum. İnsanın kendini anlatmasından daha zor ve daha yararlı hiçbir şey yoktur. Üstelik, meydana çıkmak için insanın süslenmesi, kendine çekidüzen vermesi gerekiyor. Ben durmadan kendimi düzenliyorum, çünkü durmadan anlatıyorum.

    Kendinden sözetmeyi kötü görmek, yasak etmek adet olmuştur çünkü kendinden sözetmek her zaman kendini övmek gibi görünür kendini övmekse herkesin zıddına gider. Ama kendinden sözetmeyi yasak etmek, çocuğun burnunu silecek yerde, burnunu koparmak olur.

    İn vitium ducit culpae fuga (Horatius)

    Kusur Korkusuyla Suç İşliyoruz


    Bu tedbirde ben kardan çok zarar görüyorum, hatta kendimden sözetmek mutlaka övünmek olsa bile ben asıl amacıma bağlı kalmak için, kendimdeki bu hastalığı ortaya koyacak bir işten kaçınmamalıyım; işlediğim, hem de edindiğim bu kusuru gizlememeliyim. Ama, bana sorarsanız, birçokları içip sarhoş oluyor diye, şarabı yasak etmek yanlıştır fazla kaçırılan şeyler hep iyi şeylerdir. Kendinden sözetmenin kötü sayılması bence yalnız, halkın düşeceği kaba hatalardan ötürüdür. Bu türlü kurallar budalalara vurulan dizginlerdir: Ne azizler -ki kendilerinden pekala sözederler-, ne filozoflar, ne bilginler bu kuralları dinler; onlara hiç benzememekle birlikte ben de bu kuralları dinlemiyorum. Onların ereği kendilerini anlatmak değildir, ama sırası gelince de kendilerini uluorta göstermekten çekinmezler. Sokrates kendinden sözettiği kadar neden sözeder? Hep müritlerini de kendilerinden sözetmeye, kitaplardan öğrendiklerini değil içlerinde olup bitenleri anlatmaya dürtüklemez mi? Tanrıya ve rahibe kendimizden sözetmiyor muyuz? Protestan komşularımız bunu halkın gözü önünde yapıyorlar. Diyeceksiniz ki, onlara yalnız kötü taraflarımızı anlatırız. Ama bu, her şeyi söylüyoruz demektir; çünkü iyi tarafımız da bütün günahlardan arınmış değildir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hikayeler-yazilar/53524-montaigne-denemeler.html#post109774

    Benim mesleğim, sanatım yaşamaktır. Bana hayatımı duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler mimara da desinler ki, sen binalardan kendine göre değil başkasına göre, kendi bilginle değil başkasının bilgisiyle sözedeceksin. Kimse sormadan kendi değerlerini ortaya koymak bir övünme ise niçin Cicero Hortentius'un, Hortentius Cicero'nun söz güzelliğini öne sürüyor? Bana diyebilirler ki: Kendini kuru sözle değil işle ve eserle anlat. Ben her şeyden önce düşüncelerimi anlatıyorum, bunlarsa ün ve eser haline gelemeyecek kadar belirsiz şeyler: Onları söz haline getirmekte bile güçlük çekiyorum. Birçok olgun ve değerli insanlar herhangi bir iş görmekten kaçınmışlardır. Yaptığımız işler kendimizden çok rastlantıların eseridir: Bu işler kendi özlerini belli ederler; beni ise ancak şöyle böyle, belli belirsiz, parça parça gösterebilirler.Ben kendimi olduğum gibi gösteriyorum: Öyle bir beden yapısı koyuyorum ki ortaya bir bakışta damarları, kasları, her şeyi yerli yerinde görüyorsunuz.

    Öksürük, sararma, yahut yürek çarpması yalnız bedenin bir kısmını, onu da şöyle böyle, gösterebilir. Ben yaptıklarımı değil, kendimi, öz benliğimi anlatıyorum.

    Bence insan ne olduğunu bilmekte dikkatli olmalı; iyi tarafını da, kötü tarafını da aynı titizlikle ortaya çıkarmalıdır. Eğer ben kendimi iyi ve olgun görseydim, bunu bağıra bağıra söylerdim. Kendimi olduğumdan az göstermek, alçakgönüllülük değil, budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır, pısırıklıktır. Aristoteles'e göre, hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez; doğru hiçbir zaman yanlışa yer vermez. Kendini olduğundan fazla göstermek de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır. Bence bu kendini beğenme illetinin esası, kendinden pek fazla hoşlanmak, kendi kendine hayasızca aşık olmaktır. Bunun en iyi çaresi, kendinden sözetmeyi yasaklayan ve böylece bizi kendimiz üzerinde düşünmekten büsbütün alıkoyanların dediklerinin tam tersini yapmaktır. Gurur insanın düşüncesidir; söze dökülen onun pek küçük bir parçasıdır.Bu adamlar öyle sanıyorlar ki insanın kendi üzerinde durması, kendinden hoşlanması, hep kendisiyle uğraşması kendine fazla düşkün olması demektir. Oysaki aşırı benciller kendilerini pek üstünkörü bilenler, kendilerinden önce işlerine bakanlardır. Onlara göre kendi kendisiyle başbaşa kalmak, sırtüstü yatıp vakit öldürmektir; ruhunu zenginleştirmeye, kendini adam etmeye çalışmak boş hayaller kurmaktır. Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı birisiymiş gibi.

    Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam, kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır. Kendi mertliğiyle övünüp böbürleniyorsa, onu çok geride bırakan Scipion'un, Epaminondas'ın, bunca orduların ve ulusların hayatlarını hatırlasın. İnsan kendindeki eksik ve cılız değerleri, üstelik insan hayatının hiçliğini hesaba katarak düşünecek olursa, hiçbir değeriyle övünmeye kalkışmaz. Yalnız Sokrates, tanrısının dediğine uyup kendini gerçekten tanımasını ve küçük görmesini bildiği için Bilge adını almaya hak kazanmıştır. Kendini böylesine tanıyan adam istediği kadar kendinden söz etsin.

    Montaigne - Denemeler

  2. #2
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Aşk üstüne

    AŞK ÜSTÜNE


    Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, gibi geliyor bana. Venüs'ün bize verdiği şey sonunda bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates'e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o acayip gıdıklama, Zenon'u, Kratippos'u düşürdüğü o delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, zalim surat, sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş dolaş edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara bakınca, Platon'un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllılarla delileri, insanlarla hayvanlarıbirleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir düşündüm mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.

    Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon'un bütün felsefesini ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve, insanlığımızdan çıkartıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir? Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylermiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp yokeder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.

    Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerin en soylusunu, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır bir yandan da bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız, perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir. Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta, bu işe yarayan taraflarımızdan utanmakta pek de haksız değiliz ya... İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, gelmiş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristoteles ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına geldiğini söyler.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hikayeler-yazilar/53524-montaigne-denemeler.html#post109775

    Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada: Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine, güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini param parça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaratılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirlerse, o kadar iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sayıyor. Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av kendi kendimizdir.


    O miseri! quorum guadia crimen habent. (Gallus)
    Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar.


    Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez yasalarını hor görür, sonra o senin yaptığın, bir taraflı acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar özel, dar, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da o ölçüde arıtıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak, bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor.

    MONTAİGNE-DENEMELER

  3. #3
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart ÖLÜM


    ÖLÜM


    Mademki ölümün ününe geçilemez, ne zaman gelirse gelsin.

    Sokrates'e: Otuz Zalimler seni ölüme mahkum ettiler, dedikleri zaman: Doğa da onları! demiş.

    Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. Öyle ise, yüz yıl daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz yıl önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik; bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.

    Başımıza bir kez gelen şey büyük bir dert sayılamaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm uzun ömürle kısa ömür arasındaki ayrımı kaldırır çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşayan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın beşinde ölen yaşlı ölmüş sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez? Ama, sonsuzluğun yanında, dağların, ırmakların, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür...Doğa bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: «Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının koşullarından biridir.

    ''Inter se mortales mutua viviunt
    Et quasi oursores vitae lampada tradunt. (Lucretius)

    İnsanlar yaşatarak yaşar birbirini
    Ve hayat meşalesini, birbirine devreder koşucular gibi.''

    Hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?

    Sizin hatırınız için evrenin bu güzel düzenini değiştirecek değilim ya? Ölmek, yaratılışınızın koşuludur ölüm sizin mayanızdadır: Ondan kaçmak, kendi kendinizden kaçmaktır. Sizin bu tadını çıkardığınız varlıkta hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğiniz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız.
    '' Prima, Quae vkam dedit, hora carpsit. (Seneka)

    Bize verdiği hayatı kemirmeye başlar ilk saatimiz. ''

    ''Nascentes morimur, finisque ab origine pendet. (Manllius)

    Doğumla ölüm başlar son günümüz ilkinin sonucudur.''

    Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Ya da şöyle diyelim, isterseniz: Hayattan sonra ölümdesiniz; ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
    Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin.

    ''Cur non ut plenus vitae conviva recedis?
    Cur amplius addere quaeris
    Rursum quod pereat male, et ingratum occidat omne. (Lucretius)
    Niçin hayat sofrasında, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp gidemiyorsun?
    Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak; yine boşuna geçip gidecek başka günler katmak istiyorsun?
    Hayat kendiliğinden ne iyi, ne kötüdür: Ona iyiliği, kötülüğü katan sizsiniz.''

    Bir gün yaşadıysanız, her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yok ki. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.

    '' Non alium videre patres:
    Aliumve nepotes Aspicient. (Lucretius)

    Babalarınız başka türlüsünü görmedi.
    Torunlarınız başka türlüsünü görmeyecek.''

    Benim komedyam, bütün perdeleri ve sahneleriyle, nihayet bir yılda oynanır, biter. Dört mevsiminin nasıl geçtiğine bir bakarsanız, dünyanın çocukluğunu, gençliğini, olgunluğunu ve yaşlılığını onlarda görürsünüz. Dünyanın oyunu bu kadardır. Mevsimler bitti mi, yeniden başlamaktan başka bir marifet gösteremez. Bu hep böyle gelmiş, böyle gidecek.

    '' Versamur ibidem atque insumus usque. (Lucretius)

    İnsan kendini saran çemberin içinde döner durur. ''
    '' Atque in se sua per vestigia volvitur annus. (Virgilius)

    Yıl hep kendi izleri üstünde dolanır.''

    Dünyayı size bırakıp gidenler gibi, siz de başkalarına bırakıp gidin. Hep eşit oluşunuz benim adaletimin esasıdır. Herkesin bağlı olduğu koşullara bağlı olmaktan kim yerinebilir? Hem sonra, ne kadar yaşarsanız yaşayın, ölümde geçireceğiniz zamanı değiştiremezsiniz: Ölümden ötesi hep birdir. Beşikte iken ölseydiniz, o korktuğunuz mezarın içinde yine o kadar zaman kalacaktınız.

    ''Licet, quod vis vivendo vincere secla,
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hikayeler-yazilar/53524-montaigne-denemeler.html#post109776
    Mors aeterna tamen nihlominus illa manebit. (Lucretius)

    Kaç yüzyıl yaşarsanız yaşayın,
    Ölüm yine sonsuz olacaktır.''

    Zaten ben sizi öyle bir hale koyacağım ki, artık hiçbir acı duymayacaksınız.

    ''In vera nescis nullum fore morto alium te.
    Qui possit vivus tibi te i;agere peremptum, stansque jacentem. (Lucretius)
    Bilmiyor musunuz ki; öldükten sonra başka bir benliğiniz sağ kalıp sizin ölümünüze yanmayacak, ölünüzün başucunda durup ağlamayacak? ''

    Bu doymadığınız hayatı artık aramaz olacaksınız:

    ''Nec sibi enim quisquam tum se vitamque requirit.
    Nec desiderium nostri nos afficit ullum. (Lucretius)

    O zaman ne hayatı ararız; ne de kendimizi;
    Varlığımızdan hiçbir şeye özlemimiz kalmaz.''

    Hiçten daha az bir şey olsaydı, ölüm hiçten daha az korkulacak bir şeydir denebilirdi:

    ''Mufto mortem minus ad nos esse putandum
    Si minus esse potest quam quod nihil esse videmus. (Lucretius)

    Ölüm size ne sağken kötülük eder, ne ölüyken; sağken etmez, çünkü hayattasınız; ölüyken etmez, çünkü hayatta değilsiniz.''

    Hiç kimse yaşamından önce ölmüş sayılmaz; çünkü sizden arta kalan zaman da, sizden önceki zaman gibi sizin değildir: Ondan da bir şey yitirmiş olmuyorsunuz.

    ''Respice enim quam nil ad nos ante acta vetutas
    Temporis aeterni fuerit. (Lucretius)

    Bizden önce geçmiş zamanları düşün
    Bizim için onlar yokmuş gibidir.''

    Hayatınız nerede biterse, orada tamam olmuştur. Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır: Öyle uzun yaşamışlar var ki, pek az yaşamışlardır. Şunu anlamakta geç kalmayın: Doya doya yaşamak yılların çokluğuna değil, sizin gücünüze bağlıdır. Her gün gittiğiniz yere hiçbir gün varmayacağınızı mı sanıyorsunuz? Avunabilmek için eş dost istiyorsanız, herkes de sizin gittiğiniz yere gitmiyor mu?

    ''Omnia te vita perfuncta sequentur. (Lucretius)

    Ömrün bitince, her şey de seninle yok olacak.''

    Herkes aynı akışın içinde sürüklenmiyor mu? Sizinle birlikte yaşlanmayan bir şey var mı? Sizin öldüğünüz anda binlerce insan, binlerce hayvan, binlerce başka varlık daha ölmüyor mu? Madem geri dönemezsiniz, niçin kaçınıyorsunuz? Birçok insanların ölmekle, dertlerinden kurtulduğunu görmüşsünüzdür ama kimsenin ölmekle daha kötü olduğunu gördünüz mü? Kendi görmediğiniz, başkasından da duymadığınız bir şeye kötü demek ne büyük saflık! Niçin benden ve kaderken yakınıyorsunuz? Size kötülük mü ediyorum ben? Siz mi beni yöneteceksiniz, ben mi sizi? Öldüğünüz zaman yaşınızı doldurmamış da olsanız, hayatınızı doldurmuş oluyorsunuz. İnsanın küçüğü de büyüğü gibi bir insandır. İnsanların ne kendileri ne de hayatları arşınla ölçülemez. Khiron, babası Saturnus'tan, zaman ve süre tanrısından, ölümsüzlüğün koşullarını öğrenince ölümsüz olmak istememiş. Sonsuz bir hayatın ne çekilmez olacağını bir düşünün.
    Ölüm olmasaydı sizi ondan yoksun ettim diye bana lanet edecektiniz. Hayatınıza, mahsus biraz acılık kattım; ne hayattan ne de ölümden kaçmaksızın benim istediğim bir ölçüyle yaşayabilmeniz için hayata ve ölüme tatlı ile acı arasında bir kıvam verdim.

    İlk bilgeniz olan Thales'e, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğrettim. Birisi ona: Madem yaşamak boş niçin ölmüyorsun? diye sormuş, o da: İkisi bir de onun için, diye cevap vermiş.
    Su, hava, toprak, ateş ve benim bu yapımın diğer bütün öğeleri hem yaşamanıza hem ölmenize yol açarlar. Son gününüzden niçin bu kadar korkuyorsunuz? O gün, sizi öldürmede öteki günlerinizden daha fazla bir iş görmüyor ki! Yorgunluğu yapan son adım değildir son adımda yorgunluk yalnızca ortaya çıkar. Bütün günler ölüme gider son gün varır.»

    İşte doğa anamızın bize verdiği güzel öğütler... Çok kez düşünmüşümdür: Acaba niçin savaşlarda kendi ölümümüz de, başkalarının ölümü de bize evlerimizdeki ölümden çok daha az korkunç gelir? Öyle olmasaydı ordu hekimlerle, ağlayıp sızlayanlarla dolardı. Acaba niçin ölüm her yerde aynı olduğu halde köylüler ve yoksul insanlar ona çok daha metin bir ruhla katlanırlar? Ben öyle sanıyorum ki bizi korkutan ölümden çok bizim, cenaze alaylarıyla, asık suratlarla ölüme verdiğimiz korkunç durumdur... Çocuklar sevdiklerini bile maske takmış görünce, korkarlar. Biz de öyle. İnsanların ve her şeyin yüzünden maskeyi çıkarıp atmalıyız.

    Montaigne - Denemeler

  4. #4
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Vicdan üstüne

    VİCDAN ÜSTÜNE

    İç savaşlarımız sırasında kardeşimle birlikte yola çıktığımız bir gün kibar davranışlı bir baya rastladık. Bizim hasımlarımızdan yanaymış, ama ben bilmiyordum; çünkü kendini olmadığı gibi gösteriyordu. Bu savaşların en kötü yanı bu işte: Düşmanınızla aranızda dil, kılık kıyafet ayrılığı olmadığı, aynı yasalar, aynı töreler, aynı hava içinde yetişmiş bulunduğunuz için öyle karışır ki her şey, yanılmaları, çatışmaları önlemek kolay olmaz. Bu yüzden tanınmadığım yerde kendi birliklerimize rastlamaktan bile korkardım, sorgu suale, daha da kötüsüne uğrayabilirim diye. Uğradığım da olmuştu eskiden: Böylesi bir karışıklık yüzünden adamlarımı, atlarımı yitirdim; hizmetimde çalışan soylu bir İtalyan çocuğunu da alçakça öldürdüler özenle büyüttüğüm bu İtalyan'la büyük umutlarla dolu güzelim bir çocukluk söndü gitti. Kardeşimle rastladığımız yolcuya gelince, adam öyle şaşkınca bir korku içindeydi ki, yolda atlılara rastladıkça, kralı tutan şehirlerden geçtikçe öyle beti benzi soluyordu ki, sonunda bunların vicdan rahatsızlığından geldiğini anladım. Öyle geliyordu ki bu zavallı adama, yüzündeki maske ve kazağındaki haçlar arasından yüreğindeki gizli niyetleri okuyacaklar. Vicdanın zorlaması böylesine şaşırtıcı bir şeydir! Ele verdirir bizi, kendimizi suçlamaya, kendimizle savaşmaya zorlar bizi; tanık yokluğunda kendimize karşı tanıklık ettirir bize:



    '' Occultum quaties animo torture flagellum (Juvenalis)

    İçimizde gizli bir kırbaç taşıyan o cellat.''


    Şu masal çocukların ağzındadır. Bessus adında biri, bir serçe yuvasını hiç yüreği sızlamadan bozup yavruları öldürmüş, bundan ötürü kendisine çatanlara: Haklıydım, demiş; çünkü bu serçe yavruları durmadan beni babamı, öldürmekle suçluyorlardı haksız yere. Bu baba katili o güne dek bilinmeden, kuşku uyandırmadan kalmış; ama vicdanının öc alıcı cadalozları cezayı çekecek olanın kendisine suçunu açıklatmıştır.

    Hesiodos, ceza suçun ardından hemen gelir; sözünü düzeltir: Ceza ile suçun aynı anda, birlikte doğduklarını söyler. Cezasını bekleyenler onu çekiyor demektir cezayı hak etmiş olan onu bekliyordur. Kötülük kendisine işkenceler uydurur:


    ''Malum consilium consultori pessimum (Bir atasözü)

    Kötülüğün beterini kötülük eden görür.''


    Nasıl ki arı başkasını sokunca kendisine daha fazla zarar verir çünkü iğnesi ve gücü elden gider.


    ''Vitasque in wlnere ponunt (Virgilius)

    Açtıkları yarada canlarını bırakırlar.''

    Kuduz böceklerinde, doğanın bir çelişkisi olarak, kendi zehirlerinin panzehiri de bulunur. Onun gibi insan kötülükten tat alırken vicdanında tam tersi bir acılık oluşur ve uyurken uyanıkken, türlü üzücü kuruntularla azap çektirir bize.


    ''Quippe ubi se multi, per somnia saepe loquentes
    Aut morbo delirantes, procraxe ferantur,
    Et celata diu in medium peccata dedisse. (Lucretius)

    Çünkü çokları uykularında, sayıklamalarında
    Suçlamışlar kendi kendilerini,
    Gizli kalmış cinayetleri çıkmış ortaya.''

    Apollodorus düşünde görmüş ki İskitler derisini yüzüyor, kazanda kaynatıyorlar onu ve bu arada yüreği: Bütün bu kötülüklere ben neden oldum, diye mırıldanıyormuş. Kötüler hiçbir yerde saklanamaz, der Epikuros; çünkü ne kadar saklansalar vicdan kendi kendilerini buldurur onlara.


    '' Prima est haec ultio, quod se
    Judice nemo nocens absolvitur. (Juvenalis)
    İlk ceza odur ki, hiçbir suçlu
    Kendi yargıçlığından kurtulamaz.''

    Vicdan içimize korku saldığı gibi, suçsuzsak rahatlık ve güven verir bize. Ben kendimden söyleyebilirim ki türlü kötü durumlarda, içimden geçeni, niyetlerimin temizliğini gizlice kendim bildiğim, düşündüğüm için daha korkusuz adımlarla yürümüşümdür.


    ''Conscia mens ut cuique sua est, ita concipit intra
    Pectore pro facto spemque metumque suo. (Ovidius)

    Kendi üstüne bildiklerine göre ruhumuz
    Umut ya da korku duyar yaptıklarından.''

    Binlerce örnek verebilirim buna; aynı kişiden üç örnek yeter.
    Scipio, Roma halkı önünde ağır bir suçlamaya uğradığı bir gün, kendisini savunacak ya da yargıçlarına yaranacak yerde şöyle demiş onlara: Pek yaraşır size, sayesinde dünyayı yargılama yetkisini elde ettiğiniz bir insanın başını yargılamak.

    Bir başka zaman, bir halk hatibinin, üstüne yağdırdığı suçlamalara karşılık olarak, kendini hiç savunmadan: Gelin yurttaşlarım, demiş gidelim, böyle bir günde Kartacalılara karşı bana kazandırdıkları zafer için tanrılara şükredelim. Böyle diyerek kalkmış tapınağa doğru yürümeye başlamış. Bütün topluluk, kendisini suçlayanla birlikte ardından gelmiş. Petilius, Cato'nun dürtüklemesiyle, ondan Antakya'da harcadığı paraların hesabını sorunca Scipio bu hesabı vermek üzere senatoya geliyor ve koltuğunun altında koca bir defter gösteriyor, ne verip ne aldığının orda yazılı olduğunu söylüyor defter istenince vermiyor: Verirsem kendimden utanırım, diyor ve senatonun önünde kendi elleriyle param parça ediyor defteri. Vicdanı rahat olmayan bir insanın böylesi bir güven gösterişi yapabileceğini sanmam. Yüreği yaratılıştan öyle büyük, yükseklerde bulunmaya öyle alışmıştı ki, der Titus Livius, suç işlemeye eli varamaz, suçluluğunu savunma durumuna düşmeyi kendine yediremezdi.

    İşkenceler tehlikeli bir suç arama yoludur doğruluktan çok sabır denemesi olabilir. Çünkü acı çekmek niçin daha çok olanı söyletsin de olmayanı söylemeye zorlamasın? Tersini düşünürsek, kendine yüklenen suçu işlememiş olan işkencelere dayanacak kadar sabırlı olursa, suçu işlemiş olan, yaşamak gibi güzel bir ödülü kazanmak için niye aynı sabrı göstermesin? Öyle sanıyorum ki bu işkence buluşunun temelinde, vicdanım etkisinden yararlanma düşüncesi vardır. Çünkü suçlunun suçunu açıklamasında vicdan işkenceye yardım edip diretme gücünü azaltabilir; ama öbür yandan suçsuzu işkenceye karşı güçlendirir vicdan. Doğrusunu söylemek gerekirse bu yol belirsizlikler, tehlikelerle doludur.Öylesi dayanılmaz acılardan kurtulmak için neler söylemez neler yapmaz insan?


    ''Etiam innocentes cogit mentiri dolor (Publius Syrus)
    Acı masuma da yalan söyletir.''

    Bundan ötürü, yargıcın masum olarak öldürmemek için işkence ettirdiği insanı hem masum, hem de işkence görmüş olarak öldürttüğü olur. Binlerce insan işlemedikleri suçları yüklenip başlarını vermişlerdir. Bunlar arasına Philotas'ı da koyarım; İskender'in bu dostuna yüklediği suç ve ettiği işkence de böylesi bir sonuca varmıştı.Evet, orası öyle ama, diyorlar, yine de bu, insan güçsüzlüğünün bulabildiği en az kötü yoldur. Bence pek insanlık dışı bir yol, üstelik de boşuna çaba! Birçok uluslar bu konuda, kendilerine barbar diyen Yunanlı ve Romalılardan daha az barbardırlar: Onlara göre suç işlediği henüz kuşkulu bir insana işkence etmek, ötesini berisini koparmak korkunç, canavarca bir şeydir. Bilgisizseniz ne yapsın adam? Suçsuz ölmesin diye bir insanı ölümden beter durumlara sokmakla haksızlığın büyüğünü işlemiş olmuyor musunuz? Oluyorsunuz elbet; görmüyor musunuz çoklarının o darağacından beter işkencelerden geçmemek için ölümü göze aldıklarını? Öldüresiye işkence etmekle ölüm cezasını önceden vermiş ve uygulamış olmuyor musunuz?
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hikayeler-yazilar/53524-montaigne-denemeler.html#post109777

    Şu hikayeyi nerde dinledim bilmiyorum, ama adaletimizin vicdanı üstüne tam bir düşünce veriyor. Bir köylü kadın, hakseverliğiyle ünlü bir generale bir askerini şikayet etmiş; bu askerin zorla ufacık çocuklarının elinden birkaç lokmalık lapayı aldığını; çocuklarına yedirecek başka hiçbir şeyi kalmadığını, çünkü ordunun çevredeki bütün köyleri talan ettiğini söylemiş. Ama hiç kanıt yokmuş ortada. General kadına: İyi bak ve düşün; haksız yere suç yüklüyorsan ceza görürsün, demiş. Kadın diretince, işin doğrusunu anlamak için askerin karnını yardırıvermiş. Ve kadın haklı çıkmış. Sorgusu içinde idam cezası.

    (Montaigne - Denemeler)

  5. #5
    **NUR** Beyza - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    10 Eylül 2006
    Yer
    Konya, Turkey
    Mesajlar
    4,214
    Tecrübe Puanı
    100

    Standart Tanrilar üstüne

    TANRILAR ÜSTÜNE

    En az bildiğimiz şeyler tanrılaşmaya en elverişli olanlardır. Onun içindir ki Yunanlıların, biz insanları tanrılaştırmalarına bir türlü akıl erdiremem. Ben kendi hesabıma yılana, köpeğe, öküze tapanları daha akla uygun görüyorum; çünkü onların huylarını daha az biliyoruz. Onlara hayalimizle istediğimiz gibi değer biçimler, görülmedik kudretler vermek daha fazla hakkımızdır. Bizim yaratılışımızın ne kadar eksikleri olduğunu biliyoruz; tanrıları bize benzer tasarlamak, onları bizim gibi arzuları, öfkeleri, kinleri, kanları, hazları, ölümleri, mezarları olan birer varlık olarak düşünmek insan düşüncesinin bir sarhoşluk zamanına rastlamış olsa gerektir.

    '' Quae procul usque adeo divino ab numine distant.
    Inque deum numero quae sint indigne videri (Lucretius)

    Bütün bunlar tanrılıktan ne kadar uzak, tanrıların dünyasına ne kadar aykırı. ''

    ''«Formae, aetates, vestitus ornatus noti sunt, genera, conjugia, cognationes omniaque traducta ad similitudinem imböcillitatis humanae: nam et per turbatis animis inducuntur; accipimus enim deorum cupiditates, aegritudines, iracundias.» (Cicero)

    Tanrıların yüzlerini, yaşlarını, el***elerini, süslerini biliyoruz; Şecereleriyle, evlenmeleriyle, akrabalıklarıyla hep biz aciz insanlara benzetilmişlerdir: Onların ruhları da aynı yanlış yollara sapmaktadır, tanrıların da tutkularından, kederlerinden, hiddetlerinden sözedilmektedir.''

    İnanca, doğruluğa, namusa, özgürlüğe, barışa, zafere, dindarlığa, hatta hazza, sahteciliğe, ölüme, hırsa, ihtiyarlığa, sefalete, korkuya hastalığa, felakete, şu zavallı, cılız hayatımızın daha birçok belalarına birer tanrı işi diye bakmak aynı şeydir.
    Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/hikayeler-yazilar/53524-montaigne-denemeler.html#post109778

    ''Quid juvat hoc, templis nostros inducere mores O curvae in terris animae et caelestium inanes! (Persius)
    Bizim ahlak ve törelerimizi, bizim toprağa bağlı, göklerden yoksun ruhlarımızı tapınaklara sokmaya ne gerek var? ''

    Mısırlılar, tedbirliliği hayasızlığa götürüyor, Apis ve İzis'in vaktiyle birer insan olduklarını söyleyenlere ölüm cezası veriyorlardı; oysa böyle olduğunu herkes de biliyordu. Varro der ki, bu tanrılar heykel ve resimlerinde parmaklarını ağızlarına koymakla sanki rakiplerine: Sakın bizim aslında birer insan oldugumuzu kimseye söylemeyin, yoksa insanlar bizi artık saymazlar, demek istiyorlardı.

    Mademki insanlar ille de tanrılarla akraba olmak istiyorlar, bari, Cicero'nun dediği gibi, kendi kusur ve sefaletlerini göklere çıkaracaklarına, tanrıların değerlerini yere indirip kendilerine mal etselerdi. Fakat aslına bakacak olursak, insanlar aynı sakat düşünce ile, hem o türlüsünü hem de bu türlüsünü yapagelmişlerdir.

    Yunan filozoflarının, tanrıları inceden inceye bir sıraya korken, ilintilerini, görev ve yetkilerini büyük bir özenle ayırtederken ciddi olduklarına bir türlü inanamıyorum. Bana öyle geliyor ki Platon, Pluton'un bahçesini (cehennemini), gövdelerimizin çürüyüp toprak olduktan sonra göreceğimiz işkence veya rahatlıkları sayıp dökerken ve bunları hayattaki duygularımıza benzetirken,

    '' Secreti celant calles, et myrtea circum
    Sylva tegit, curae non ipsa in morte relinquunt (Virgilius)

    Gizli yerler, defne ormanları onları saklar
    Ve dertleri ölümde bile peşlerini bırakmaz.''

    ve Muhammet, Müslümanlara, halılar döşeli, altınlar, zümrütlerle süslü, en güzel kadınlarla, şaraplarla, acayip yemeklerle dolu bir cennet vadederken içlerinden gülüyorlardı ikisi de ve ağzımıza bir parça bal sürüp bizi dünyadaki isteklerimize uygun hayal ve umutlara düşürmek için mahsus bizim insani ve maddi tarafımıza sesleniyorlardı. Nitekim birçoklarımız bu gaflete düşerek mahşer gününden sonra tıpkı dünyadaki çeşitten zevkler ve rahatlıklarla dolu bir dünya hayatı süreceğimizi sanıp dururuz. İnanabilir miyiz ki Platon, bu kadar yüksek düşüncelere ulaşmış, «tanrısal» lakabını alacak kadar tanrılara yaklaşmış olan bir adam, insan gibi zavallı bir varlıkta aklın ulaşamadığı o esrarlı tanrı gücüne benzer bir taraf görsün, bu zayıf varlığımızın, cılız duygularımızın sonsuz bir hazza dayanacak kadar sağlam ve dayanıklı olduğunu sansın? Eğer Platon bu kanıda ise, biz de ona insan aklı adına şunu söyleriz: Bize öteki dünyada vereceğin zevkler burada duyduğumuz zevklerse, bunların sonsuzluğa benzer hiçbir yanları yok. Duyularımızın beşi de ağızlarına kadar hazla dolacak olsa, ruhumuzun arzulayacağı, umacağı bütün zevklere erse, bu da hiçtir. Bir şey ki benimdir, bendedir, onda tanrısal bir taraf yoktur. Dünyadaki durumumuza, hayatımıza bağlı şeylerin ötede bulunmaması gerekir. Ölümlü varlıklara özgü bütün zevkler ölümlüdür. Öteki dünyada akrabalarımızı, çocuklarımızı, dostlarımızı bulmak bizi sevindiriyorsa, hala böyle bir mutluluğa bağlı kalıyorsak, dünyadaki ölümlü hayatımız orada da devam ediyor demektir. Biz o yüksek ve tanrısal değerleri ne biçimde hayal edersek edelim, layık oldukları biçimde hayal edemeyiz: Onları gereğince düşünebilmek için, düşünülmez, anlatılmaz, anlaşılmaz ve bizim bayağı hayatımızın nimetlerine hiç benzemez kabul etmek gerekir. Aziz Paulus der ki: «Allahın kullarına hazırladığı mutluluğu ne insan gözü görebilir, ne de insan yüreği duyabilir.» Eğer bu mutluluğu duyabilmemiz için (Platon, senin söylediğin gibi) bizi arıtmalardan geçirip yeni bir biçime sokacaklarsa, bu değişiklik o kadar büyük, o kadar kökten olacaktır ki, artık ortada bizden eser kalmayacaktır.

    '' Hector erat tunc cum bello certabat; at ille,
    Tractus ab Aemonio, num erat Hector, equo (Ovldius)

    O dövüşen adam Hektor'du, fakat öteki,
    O atların sürüklediği artık Hektor değildi. ''

    Ahirette, vadedilen ödülleri alacak olan, bizden başka türlü bir varlık olacaktır.
    Qoud mutatur, dissolvitur; interit ergo:

    '' Trajiciuntur enim partes atque ordine migrant (Lucretius)

    Değişmek, dağılmak; yokolmaktır
    Parçalar oynar yerinden, bozulur düzenleri.''

    Pitagoras'ın metamorfozlar evreninde ruhların beden değiştirdiğine bir an inansak bile Caesar'ın ruhunu taşıyan aslanın aynı ihtirasları duyduğunu, bir Caesar olduğunu kabul edebilir miyiz? Eğer ondaCaesar'lık kalıyorsa, Platon'un da tuttuğu bu düşünceye çatanlara hak vermek gerekir. Bunlar der ki, insan kalıp değiştirdikten sonra yine kendisi kalırsa, bir evladın, katır şekline girmiş olan annesinin sırtına binmesi gibi saçmalıklar olabilir. Hayvan bedenlerinin aynı türden başka bedenlere çevrilişlerinde son gelenlerin eskilerden farksız olduklarını kabul edebilir miyiz? «Phoenix»in (Yandıktan sonra küllerinden yeniden doğan efsanevi bir kuş: Anka.) küllerinden bir kurt peyda olur, sonra bu kurttan başka bir «phoenix» çıkarmış; bu ikinci «phoenix»in birincisinden başka olmadığı nasıl düşünülebilir? şu bizim ipeği yapan kurtlar, bakarsınız, ölmüş, kupkuru olmuş gibidirler, sonra aynı bedenden bir kelebek peyda olur, ondan da tekrar bir kurt çıkıverir. Bu kurdun birinci kurt olduğunu kabul etmek gülünçtür. Bir kez yok olan şey artık yoktur.


    '' Nec si materiam nostram collegerit aetas
    Post abitum, rursumque redegerit, tu sita nunc est.
    Atque iterum no*** fuerit data lumina vitae,
    Pertineat quidquam tamen ad nos id quoque factum Interrupta semel cum sit repetentia nostra. (Lucretius)

    Biz öldükten sonra zaman bütün maddemizi yeniden toplasa; ona bugünkü düzenini geri verse, yeniden hayat ışığına çağrılsak bütün bunların bizimle hiç ilgisi olmazdı, çünkü bellek ipliği bir kez kopmuş olurdu. Platon, sen başka bir yerde diyorsun ki, öteki dünyada ödüllere kavuşacak olan, insanın yalnız ruh yanıdır. Bu da yine, pek olacağa benzemiyor. ''

    '' Scilicet, avolsis radicibus, tu nequit ullam
    Dispicere ipse oculus rem, seorsum corpore toto. (Lucretius)

    Göz, kökleri kopup bedenden ayrılınca,
    kendi başına kalınca artık hiçbir şey göremez. ''


    Çünkü, bu hesaba göre, ahiretin nimetlerine kavuşacak olan insan değildir, yani biz değiliz; çünkü ruh ve beden bizim esaslı iki parçamızdır; onların birbirinden ayrılması olan ölüm, varlığımızın yok olmasıdır.


    ''Inter enim jacta est vitai pausa, vageque
    Deerrarunt passim motus ad sensibus omnes. (Lucretius)

    Hayatın sona erdiği yerde her şey amaçsız olarak ve
    Duygulara dokunmadan yaşar. ''

    İnsanı yaşatan organları kurtlar kemirirken, toprak hepsini parçalayıp yerken, insanın acı duyduğundan söz eden yok.


    '' Et nihil hoc ad nos, qui conjugioque
    Corporis atque animae consistimus uniter apti. (Lucretius)

    Bütün bunların hiç ilişkisi yok bizimle,
    Çünkü biz ruhla beden bir aradayken varız. ''

    (Montaigne - Denemeler)


Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.