“Ne fal bakmak, ne de mezarda okunmak için inmemiştir” der ya şair Kur’ân-ı Hakim için. Kur’ân-ı Kerîm’de Allahü Teâlâ’nın bizden muradı anlaşılmaya çalışılmalı, ayetlerinden ibret alınmalı, hayata geçirilmelidir zira. Bu da sürekli mana alemlerine yeni kapılar açar. Asırlar asırları devirip, yer küreyi yaşlandırıp âdeta şakaklarına aklar düşürtse de, Kur’ân-ı Kerîm dipdiri gepgençtir.
Kur’ân’dan billur huzmeler süzülür asır be asır... Ayetlerin ışıltısı yansır kâh İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat’ında, kâh Abdülkadir-i Geylânî’nin Fütûhü’l-Gayb’ında, kâh Mevlâna’nın Manevîsinde. Bu âyâtî yansımalar Risale-i Nur olur çıkar karşımıza felâket ve helâket asrının söz sahibinin satırlarında.
Cenab-ı Hakka ulaşmanın yollarını aramış insan, yeryüzüne geldiğinden beri. Hatemü’l-Enbiyadan bu yana da gerek nefsini değişik merhalelerden geçirerek, gerek lâtifelerine basamaklar atlatarak bir şekilde bu vuslatı yaşamaya çalışmış. Asrın insanıysa pek öyle sıkıya, yorgunluğa gelemiyor. Teknik işlerin sayılı tuşlarla halledilivermesi kadar kolay halletmek istiyor mana boyutundaki gelişimlerini.
Kur’ân-ı Kerîm’in zamanın ötesinde bütün varlık âlemini kuşatan gerçeklerinin karşısında insan da kendine bir pozisyon belirlemek istiyor. İlk etapta hakikatlerinin, yaşanabilir olup olmadığı gelse de akla, Hatemü’l-Enbiyanın ahlâkı Kur’ân’dan yansıyan yaşantılar yumağı olarak karşımıza çıkıyor. Anlıyoruz ki, Kur’ân’da Allah’ın bize buyurdukları hep hayata yansıtılabilir gerçekler.
Peki şu yaşadığımız dönem? Bu koordinatlar, bu zaman dilimi, Kur’ân’a ait gerçekleri yaşamaya ve yaşatmaya uygun mu ya?.. Ya da böyle bir hâli yaşayan, yaşayabilen var mı? Bu tür soruların zihnimize üşüşüverdiği bir anda cevap Bediüzzaman oluverir zihinlerde.
Bediüzzaman... Hayatta tek rehberi Kur’ân. Ve Kur’ân’ın en büyük mu’cizesi, Hatemü’l-Enbiya.
O Allah’ı sevmiş bir kere ve Allah’ı sevmenin Kur’ânî yolunu benimsemiş ömür boyu. Yani Habibullaha benzemeyi.
Zamanın ruhlara akseden aceleciliğinde fertleri Allah’a ulaştıran kısa, fakat sağlam bir yol bulmuş; acz, fakr, şefkat ve tefekkürden oluşan...
Âlemin bilinmezliklerini keşfedebilmesi, yaratıcısını tanıyabilmesi için verilen “ene” cihazını sû-i istimal eden insan tabiri caizse “Küçük dağları da ben...”, demeye başlar. Sanır ki dünyadaki her şeye gücü yetiyor. Akıllı ve güçlüyse işin gerçek yüzünü görüvermesi de zorlaşır ilk etapta... İddiaları vardır, kendiyle alâkalı ve varlık âlemine bakan. Hele bir de bulunduğu çevrede söz sahibiyse... Kısa sürede “Yaşatan ve öldüren benim” demeye de başlayıverir firavun misali. Camlardan oluşan bir labirentte, kendisini sonsuz hür zannedip koşmak ister. Billur duvarlara burnunun kemiklerini çatırdatırcasına çarptığındaysa aklı başına geliverir. Sandığı gibi güçlü bir varlık olmadığını anlar. Aczinin sonsuzluğunu, bileğinde kendine ait zannettiği gücünse ancak başkası tarafından verilmiş; azalıp çoğalan, göreceli bir şey olduğunu fark etmesiyle bir arayış başlar Bu farkındalıkla; değil gözüyle, mikroskopla bile göremediği, ancak gelişmiş elektron mikroskobuyla görebileceği, gözle görünemezliğine rağmen bazen en gelişmiş kimyasallarla bile öldürmekten âciz olduğu virüslerle karşı karşıya geldikçe, tabiri caizse bir nevi boyunun ölçüsünü alır. Peki büyük varlıklara sözü geçmekte midir ya? Ne gezer... Hem makro, hem mikro âlemde sözünün geçmezliği onda aczini daha da hissettirir.
İşte bu noktada insan kendinden daha kudretli birine sığınma ihtiyacıyla yüz yüzedir.
Bakar ki hem yakın, hem uzak çevresinde ne varsa kendisi gibi âciz varlıklar. O da kudreti sonsuz olan Allah’a yönelir.
Aczin idraki ve ubudiyet arasındaki bağlantı da doğru orantılı. Kulluğun sırrını aczle anlayan insan, hem kendisi başka varlıklara kul olmazken kendinden güçsüzlere de kulu gibi davranmaz.
Elindeki her bir şeyin hep de sonradan verildiğini, aslında elindekinin “kalp” para olduğunu anlar. Her şeyi başkasındansa nasıl böbürlenebilir ki...
Bir gözüne Karun’un serveti paha biçilse, içimizden veren çıkar mı?.. Yüzlerce Karun’un serveti saklı bedenimizde. Bedeline hiçbir serveti kabul edemediğimiz...
Elde olmayanın ihtiyaçta olduğu, bunların sayısınınsa okunabilen rakamları aştığı bir hengâmda, medet bulabilmek için etrafına bakınan insan; çevresinde kendisi gibi her türlü ihtiyacı başkası tarafından verilenlerden başkasını bulamaz. İlgili olduğu, sevdiği ve onlara gelen sıkıntılardan üzüldüğü ancak gerçekten etkileyemediği evrenle yüz yüzedir. Bu da onu her şeyin asıl sahibine yöneltir. Varlık âleminin Allah’ın mülkü olduğunu algılamasıyla ruhen de rahatlar.
Allah’a ulaştıran bu kısa yolda fakr; fakir olmak değil, her şeyin sahibinin Malikü’l-Mülk olduğunun idrakidir. Bu idrakle de olayların altında ezilmekten daha kolay kurtulur. Artık her bir lâtifesi “Mevlâ görelim neyler neylerse güzel eyler” der; olayların yıldırıcı baskısından kurtulur.
Her şey Onunsa eline geçenler de Onundur. Sonucuna razı olduğu bir çalışmadır artık onunkisi, sonu kanaat olan...
İstemeler, dileyişler de, elde olana şükredişler de Onadır.
“Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et!” der ya ayette. Karşılıksız iyiliği hayata aksettirmektir şefkat.
Şefkatin ve merhametin “Dön gardaşım” diye sese yansımasıyla meyhaneye giden yol Kâbe’ye yönelir. Suçlama yoktur o seste, aşağılama, baskı, kendini üstün görme yoktur.
Şefkat, affedebilmektir. Zulmün yırtıcı pençelerini karanlık bir çehre gibi hapishane duvarlarında aksettiren başsavcıya, sırf küçük masum çocuğu zarar görmesin diye beddua edememektir; dava arkadaşı, amcası Hz. Hamza’nın ciğerini söken Vahşi, Müslüman olunca onu affeden Rahmet peygamberinin yolunda.
Şefkat gül yetiştirir gibi sabırlı olmaktır. Çalıların bir ayda bile yetişeceğini, o etrafa mis gibi kokular saçan bülbülün maşuku gülün bir yılda ancak yetişeceğini fark etmektir. “Bahçemin bir an önce gülistana dönmesini istiyorum” deyip, yaprakları çekiştirmenin bedeliyse açılamadan solan goncaların ölgün yüzüyle karşı karşıya kalmaktır. Gülistan çaba ister. Ayrık otlarını toplamayı, zararlı böcekleri temizlemeyi, belki sabah uykusundan mahrum kalıp fideleri sulamayı, bazen de dikkatsizliğimizden elimize batıveren dikenlerden gülü sorumlu tutmamayı gerektirir.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/dini-hikayeler/6486-acz-fakr-sefkat-tefekkur-potasinda-insan.html#post9640
Kümesinizin sevimli civcivlerle dolmasını istiyorsunuz. 21 gün. Uygun ısı ortamı. Kırılmamış yumurtalar... Aceleniz var. O sevimli simalarla bir an önce karşılaşmak istiyorsunuz. Bir yerlerinden kırmaya başlıyorsunuz yumurta kabuklarını. Sonuç hüsran. Ne yenilebilen ne de can bulan; sadece çöpe giden yumurta bozukları... Hâlbuki o yumurtaların ihtiyacı olan şefkatle ısıtılmak ve dışarıdan kırıcı darbeler almamaktı. Zaten civciv zamanı gelince yeterli sertlikteki bir şiddetle hızla kabuğunu içeriden çatlatıp dışarı çıkacaktı...
Düşünür de mi nefes alırsınız? Fıtrî midir sizin için?.. Ya da anne “Hadi bebeğime sevgimi bir yansıtayım mı der? Yoksa sadece sever mi yavrucuğunu? Nefes alır gibi pürüzsüz, annenin karşılıksızlığı kadar fıtrî bir içtenliktir, yüreğinde âlem-i İslâmın yangınını bir evlâdın yanması gibi görüp engelleri hiçe sayarak alevlere doğru koşmak. İmanın gücü nispetinde bünyede kökleşen bir şefkat.
Bütün varlık âleminin bizzat Allah tarafından yaratıldığını fark eden, imanı güçlenen fert ne kendinden üsttekilere kendini ezdirir, ne de zavallıları ezer. Ezmek hep pazu gücüyle olmaz, erdemle de olur. Kendimizi erdem savaşçısı görüp, karşımızdakileri günahlarından dolayı yakılacak günahkârlar güruhu gibi görme yanılgısı. Tıpkı Ortaçağ Avrupa ruhanîlerinin kan kusturarak sosyal patlamalara sebep olması gibi bir yanılgı... Karşısındakilere şefkatle yaklaşan, onların “insan” olduğunu nisyandan gelen, günah işleyebilen varlıklar olduğunu fark eder. Günah işleyebilirlik ihtimalimiz olmasaydı Allahü Teâlâ’nın bizi yaratmasına da ne gerek vardı ki... O’na hatasız ibadet eden melekleri vardı ya... Hokus pokus şapkadan hakikî mü’min çıkmayacağını bilip belki de yüzlerce kez Ebu Cehil’in evinin yolunu aşındırmaktır işte şefkat.
Kur’ân-ı Kerîm’de hep düşünmeye atıf vardır ayet be ayet. “Düşünmezler mi?”, “Akletmezler mi?’’ “Biz düşünsünler diye...”
Düşünebilmek, bizi diğer canlılardan ayıran bir özelliğimiz olmakla da kalmıyor; doğru düşünme metotlarını kullanan fert Allah’a da yaklaşıyor; imanı güçleniyor. İmanı güçlendikçe tefekkür ufku daha da genişliyor. Tefekkür ufku daha da genişledikçe imanı daha da kuvvetleniyor. Böylece bir birlerini güçlendirerek ilerliyorlar.
Tefekkürle her an Cenab-ı Hakkın huzurunda olduğunun farkındalığını yaşayan fert, başkalarının teveccühlerine tenezzül edemez. Dalkavuklara iş vermediği âleminde kemalâta daha hızlı ilerler. Yaptığı her işini Allah rızası için yapanın çevresindekilerden karşılık beklentisi de kaybolur.
Her yerde Allah’ın isimlerinin tecellilerini okumakla haşir neşir olmak, karakter üzerinde de olumlu etkiler yapar. İmanı güçlendikçe de olaylar onu yıldıramadığı gibi bilakis, müzikteki nağmelerin değişmesindeki ritim etkisini yapar...
Acz, fakr, şefkat, tefekkür potasında yeniden şekillenen fert, kâinatı daha geniş bir perspektiften algılamaya başlar. Bu algılayışın yansımaları anlatılır Risale-i Nur’un satırlarında.
Sizlere bu algılayışı keşfetmede bol farkındalıklı yolculuklar diliyoruz.