Bundan birkaç yıl önce Amerikalı ünlü moleküler biyolog Dean Hamer, “inanç geni” araştırmasıyla gündeme damgasını vurmuştu. Kimi din adamları bu araştırma için, “Kur’an-ı Kerim’i doğruluyor” demiş, kimileri ise, “Dinimizin ruhuna aykırı. Allah insanları inanç açısından eşit yaratmıştır” diye karşı çıkmıştı. Amerikalı moleküler biyolog Hamer’ın araştırması, o günlerde ABD’de bilim adamlarını ve ilahiyatçıları ikiye bölmüş, Vatan gazetesinin konuyu manşetine oturtmasıyla da (19.10.2004), Türkiye’de tartışmaya açılmıştı.
TIME dergisinin kapak konusu olan araştırmaya göre, bilimadamı Hamer’ın “inanç geni” adını verdiği “VMAT2” namlı gen, insanoğlunun kainat, sonsuzluk, inanç gibi kavramların üzerinde düşünmesini sağlıyordu. Şimdi oturup da araştırmayı uzun uzadıya tartışacak değiliz elbette. Mevcut bilgilerimizle bizde yer etmiş bazı “gerçekleri” kelimelendirelim istiyoruz.
Malumdur ki, insan sadece maddi bir uzuv yığınından ibaret değil. Bugün moral yönü diye tabir bulan manevi bir yapısı da var insanoğlunun. Zira varlığımız, sadece cisimleşmiş bir alem olan yeryüzüyle kısıtlı değil. Yani insanın, içinde gezindiği maddi alemi aşan manevi ve ruhi bir kimliği de var.
Yüce bir varlığa inanma duygusu, hürmet hissi, her insanın fıtratına yerleştirilmiş önemli bir duygu. İnsan, kendisini ve içinde bulunduğu alemi yaratan sonsuz Kudret Sahibini; onları şekillendiren, hayat veren, öldüren, sevk ve idare eden Zâtı tanımak ister. Akıl, onu arar; vicdan ondan sorar.
İnsan benliği, bir hiç olmaktan ve yokluğa gömülmekten korktuğu için, güçlü birisine sığınmak, onunla yalnızlıktan ve yok olmaktan kurtulmak ister. İnsana “hiç” olmadığını ve yok olmayacağı ümidini veren de zaten, o “sonsuz” Varlığa inanmasıdır. Zor anlarında tutunacak bir dala sahip olma isteği ve insanın tüm bu arayışları yüce bir Yaratıcıya duyulan ihtiyacın ve özlemin bir sonucudur aslında.
Ve insan, inanmak ister…

Rahmanî bir pırlanta

Din hem ferdin, hem de toplumların maddi ve manevi hayatını kuşatan temel bir kavram.
İnsanın ruhunda ve düşüncelerinde meydana gelen soru ve ihtiyaçlarını karşılayacak da bir kavram aynı zamanda. Bir dine mensup olma duygusunu manevi bazda içinde taşıyan her insanın, varmak ve “yaşamak” istediği nihaî nokta ise, “iman”dır. Her ruh, bunun ne kadar farkındadır bilinmez, ancak iman gizli bir çağrı olarak insanın vicdanından düşüncelerine ve duygularına doğru uzanıp gider…
İman, insanın acılarına bir dayanak noktasıdır: Beni bir duyan, hisseden var…
İman, sonsuz mutlulukların anahtarıdır: Bu dünyadaki her şey fani ise, asıllarının bulunduğu bir dünya var.
İman, cesaretin kaynağıdır: Beni koruyan, gören yüce bir Varlık var.
İman, kuvvettir: Beni kontrol eden Bir’i var.
İman, sakınmaktır: Beni seyreden Bir’i var.
İman, ümittir: Beni anlayan bir Zât var.
İman, değer bulmaktır: Beni seven bir Sevgili var.
İman, önemsendiğini hissetmektir: Beni varlığa kabul eden bir Yaratıcı var.
İman, intisaptır: Uzanır Yaratıcıya, bağlar kalbini ve ruhunu. Ve bütün varlığını...


İman, tanımaktır
Yer ve gökyüzü sayfalarına “dikkatle” bakan kimse açıkça anlar ki, sonsuz bir kudret ve zenginlik sahibi birisi var. Kendisinin en küçük kalbî ihtiyacını görmekle beraber, güneş sistemindeki yıldızları da O ayakta tutuyor. Trilyonlarca canlının hemen her gün rızkını O temin ediyor. Bitkilerin yağmur ihtiyacını O karşılıyor; okyanusların derinliğindeki canlıları O besliyor. Maddelerin dengelerini ayarlıyor. Atomların ve hatta en küçük yapı taşı olan fotonların bile kontrolünü sağlıyor. Minik bir insan yavrusunun nasıl besleneceğini çok iyi tespit edip, insanın “derinliklerinden” “süt” adında bir sıvı akıtıyor.

Kâinatça en büyük ve temel gerçek, Tek ve Bir olan bir Yaratıcının varlığıdır. Ancak Tek ve Bir olan Yaratıcı harikulade bir düzende ve mükemmel bir işleyişle zerreleri dahi yönetebilir. Yaratıcısını tanıyan insan, aslında en geniş anlamda fen ve ilimlerini içine alan manevi ve düşünsel zenginliklere ulaşır.

Ve iman, sevmektir
Yaratıcısını “tanıyan” insanın O’nu sevmemesi düşünülebilir mi?
Yaratıcıyı sevmek, insana ait mükemmelliklerin en üstünüdür. Ve zaten bu mükemmelliklerin en büyük kaynağı O’nu sevmektir.

İman, bağlanmaktır.
İman, size sunulana şüphe duymadan inandığınızı dile getirmektir. Kalbinizle bunu tasdik etmek ve bunun gereği olarak size sunulanlara sorgusuz sualsiz teslim olup, selam bulmaktır. İman, şeksiz şüphesiz bağlanmaktır. Yaratıcının lütuf ve yardımıyla, rahmet ve cömertliği ile vermiş olduğu sınırsız güzelliklere karşı-ki hepsi birer nimettir-kulun, şükür ve hamdle karşılık vermesidir. O’nu bütün kusur ve noksan sıfatlardan tenzih edip, varlığını ve Bir oluşunu tespih etmesidir.
Kaynak: ReformTürk http://www.reformturk.com/dini-hikayeler/6435-ve-insan-allah-yoneldi.html#post9584

İman, ibadettir.
İnsanın, Yaratıcısının makamına ihtiyaçlarını, arzularını, dileklerini arz etmesi, O’na dua ile yalvarmasıdır. Bu yakarışla, insan kalbi ve ruhu her türlü üzüntü ve kederden kurtulup, eşsiz bir huzur ve mutluluğa kavuşur.
İbadet, insanın kişisel olgunluk ve erdeme erişmesinde bir merdivendir. Ruhların huzur bulmasına, manevi hislerin doyurulmasına ve yüceltilmesine, nefsin terbiyesine, kalbin arınmasına, ahlâkî duruşun nitelik kazanmasına, birey ve toplum hayatında güven ortamının oluşturulmasına zemin hazırlayıp katkı sağlayan en temel dinamiktir.
İbadet, her yönüyle şuur sahiplerine dönük olan bir fiildir. Yaratılmış her şeyin kendisine muhtaç olduğu ve kendisinin “hiçbir şeye” muhtaç olmadığı “Samedânî” bir Yaratıcı hakkında, “Peki kendisine ibadet edilmesine neden ihtiyacı var?” gibi bir soru zikretmek, sarayın kapısı önündeki bir dilencinin, “Padişahın benim kendisine el açmama ne ihtiyacı var?” diye bir soru sormasıyla aynı değersizliği taşır…

İbadetin ve kul oluşun “sırrı”: Dua
Aslında bütün sır, bütün marifet, Tek ve Bir olan Yaratıcıyı tanıyıp sevmekte, O’nunla bağlantı kurabilmekte saklı. Varlığını O’na teslim etmekse en güzel ve özel yanı iman etmenin. Varlığını O‘na teslim etmek demek, her şeyini O’ndan dileyip, kalbinden geçen en küçük bir şeyi bile O’nunla paylaşma “isteğine” sahip olmak demek. O’na yalvarmak, O’na ağlamak, O’nunla mutlu olmak, O’ndan medet ummak demek.
İşte özgüven, cesaret ve huzurun anatomisi…


Ve duanın gücü, modern tıbbı yendi

Dua etmenin verdiği dayanılmaz hafiflik ve huzur, bugün bilim adamlarınca bir bir tespit ediliyor.
Duanın gücünü araştıran uzmanlar, şaşırtıcı verilere ulaşıyorlar. Çıkan sonuç ise şu: “İnsanın kendisi ya da bir başkası için ettiği dualar, hem eden, hem edilenin fizikî ve ruhî yapısına olumlu yönde katkıda bulunuyor.”
Ve şimdilerde duanın gücünü keşfeden ilaç şirketleri duayı, modern tıp ile birleştirmenin yollarını arıyor.

Sir John Templeton Vakfı, bu istikametteki arayışların meyvesi olarak ortaya çıkan “Mind-Body” (Ruh/Beden) alanındaki araştırmalar için yılda 30 milyon dolar harcıyormuş. ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü de “düşünce” odaklı tıp için 3,5 milyon dolarlık bir fon ayırmış.

ABD ve İngiltere’de yapılan araştırmalara göre, hastalar için dua etmek, hastaların rahatsızlık belirtilerini azalttığı gibi, iyileşme sürecini de hızlandırdığını ortaya koymuş. Diğer bir deyişle; hem dua eden, hem de dua edilen şifa buluyor.

Dua, özellikle son 20 yıldır ciddi anlamda bir araştırma konusu oldu. Bu geçen süreçte ABD’deki “dua ve sağlık” konulu araştırmaların sayısı neredeyse ikiye katlanmış ve ortaya çarpıcı sonuçlar çıkmış. Meselâ, Michigan Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre, dindarlarda depresyon ve stresin çok daha az görüldüğü tespit edilmiş.

Hasıl-ı kelam:
Dua ve ibadetin, insan organizması üzerinde, birçok durumda mütevazı, ama istikrarlı bir etkisi var.
Neden?
Çünkü, insan organizması dua sayesinde kendini Yaratıcısının Kudretli ve Şefkatli ellerine teslim ediyor. Huzur ve sükunet buluyor. Teşbihte hata olmasın, tıpkı bir bebeğin annesinin kucağındayken onun kokusunu, sesini ve kalp akışlarını hissettiği andaki huzuru gibi.



Ve insan, inanmayı seçiyor.
Çünkü insan, “inanmak” ister…