Çanakkale'de İnsanlık Dersleri-Hikayeler
KINALI HASAN
Yüzbaşi Sirri Bey, ikindi vakti yeni gelen erati teftiş ederken, içlerinde bir tanesinin saçinin bir tarafi kinalanmiş oldugunu görür ve takilir: “Hiç erkek kinalanir mi? Mehmetçik: Buraya gelmeden evvel, anam kinalamişti komutanim” der ve sebebini bilmedigini ilave eder.Komutanin istegi üzerine anasina haber salar, “Niye benim saçimi kinaladin?” Gelen cevabi mektupta şunlar yazar:
“Ey gözümün nuru Hasan’ım,
Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor.Sen ecdadından, babandan aşağı kalamazsın... Ben, senin anan isem.Beni ve seni ALLAH yarattı, vatan büyüttü.ALLAH, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor...
Sen bu ailenin seçilmiş kurbanisin...
Hasan’ım, söyle zabit efendiye... Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır... Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım.Onun için saçını kınalamıştım...
El-hükmü billah. ALLAH, seni İsmail Peygamber’in yolundan ayırmasın.
Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktir. Gözlerinden öperim...
Anan - Hatice
Yanıt: Çanakkale'de İnsanlık Dersleri-Hikayeler
GAZİ MEHMET AŞKIN’IN ANLATTIKLARI
“İngiliz donanması Saroz’dan top atışları ile bize son derece ağır kayıplar verdiriyordu.Böyle bir atıştan sonra, aynı, birlikte silah arkadaşım Recep Eniştemin iki ayağı kopmuş çalıların üzerinde gördüm, henüz sağ idi.Yanına kadar gidebildim.Onu o vaziyette görünce ağlamaya başladım. Henüz ruhunu teslim etmeyen Recep Eniştem:
“Kardeşim niçin böyle ah edip aglarsin, benim cigerimi daglarsin! ALLAH’ in verdigine merhaba! Takbir- i Rabbani böyle imiş! Onun kazasi geri çevrilmez ve hükmüne mani yoktur. Elimizden ne gelir.Arzuladigim savaş yolunda oldu.O saadet bana yeter! Sen sag kalirsan, anamin elini benim içinde öp! Emzirdigi sütleri helal etsin!” dedikten sonra:
“Başimi kibleye dogru çevir!” diye bildi... Ruhu çoktan uçmuştu...
“Halil, bölükte süngü hücumuna kalkmıştı, ağır bir yara alarak yanıma yıkıldı.Bir mütted sessiz kaldı ve sonra: “Ahiretlik ölümüm yaklaştı, öldükten sonra cesedimi geriye götürtme, buraya ellerinle göm! Üzerimde harbediniz! Ta ki Gazilerin ayak seslerini ALLAH! ALLAH! Nidalarını rahatlıkla duyayım!” dedi ve gülerek ruhunu teslim etmişti
“Karayürek deresi’ne doğru iniyorduk: Bir akşam beni keşif kolu çıkardılar bu derenin yatağında geziniyordum.Çok susamış idim. Dere şırıldıyordu, mataramı doldurdum. Birkaç yudum içtiğimde, içtiğim suyun tadı çok başka idi avucuma mataradan su aldığımda, matarama doğdurduğum suyun kan olduğunu anladım.”
Yanıt: Çanakkale'de İnsanlık Dersleri-Hikayeler
EDİNCİKLİ MEHMET ER
"Edincikli Mehmet Er'in bir top mermisinin parçaladığı konumdan kanlar içerisinde bir et parçası sarkmaktadır.Yalvarırcasına:
"Komutanım ne olur şu kolumu kes!"
Sağ eliyle yakaladığı ve tuttuğu sarkık kola bakan Teğmen donmuştur.Edincikli Mehmet Er tek ve emin sesi ile tekrarlar:
"ALLAH Aşkına, ALLAH Rızası için kes şu kolumu!!!"
Bu ilahi cümleleri eimr gibi işiten Teğmen Saip, bıcağı kola kola vurur.Gık bile dememiştir, Edincikli Mehmet.Bir sağ elindeki kola, bir ileride ALLAH! ALLAH! nidaları arasında çarpışan erlere bakar ve kolu fırlatır: "Bu kol vatana feda olsun," der.Yerdeki et parçalrından başını kaldıran Teğmen'in karşısında kimse yoktur.Çünkü, Edincikli, Hakla alış verişe başlayınca herşeyi, acıyı, özlemleri unutuyor, rahmet deryalarında, tecelli dalgalarında yıkanıp arınırken, kolunun fani bedenden ayrılma işlemini duymuyordu.O ateş, o yangın fakat getirilmez feryatlar içinde, edincikli bu cehennemi ateş altında kendinden geçti.Bir avuç istek ve özlem halinde yandı, tüttü.
Edincikli Mehmet, çoktan kolunun öcünü almak için vatan için ALLAH için hücum saflarına katılmıştı.Alayların içine karışır, teke tek vuruşur.Onu durdurmak mümkün değil artık, yine harikalar gösterir, bire bir dövüşür, bire on dövüşür, bire yüz dövüşür... ALLAH'ın ıyla haklamadığı kafir kalmaz.Ama kaderden kaçılmaz ki! Kolunun kopmasıyla kaybettiği kan onu halsiz düşürmeye başlamış Edincikli'ye şimdi de şehitlik mertebesi ekleniyordu.Güzel yüzü soldu, sarardı, canı teninden süzüldü...Gözü dünyaya kapandı..."
Teğmen SAİP
Çanakkale Savaşlarından
12. Alay 1. Bölük Komutanı
Yanıt: Çanakkale'de İnsanlık Dersleri-Hikayeler
Çanakkale'de İnsanlık Dersleri
Baştanbaşa bir destandır Çanakkale.. Mehmetçiğin aslanlaştığı aynı
zeminde şefkat kahramanı kesildiği.. yokluğun varlığa galebe çaldığı..
imanın zaferinin bayraklaştığı.. toptan bir milletin istikbalini pazara
çıkarıp ölüm kalım mücadelesi verdiği yerdir Çanakkale...
Anlatılamayacak kadar çok harikulâde hadisenin vuku bulduğu, ehl-i
keşfin işaretiyle, Rasûlüllah'ın da ruhaniyeti ile hazır bulunduğu
Çanakkale hakkında pek çok kıymetli eser kaleme alınmıştır. Bu nadide
eserleri okurken insan, kimi zaman göz yaşlarıyla, kimi zaman coşan bir
gönülle, kimi zaman mahzun ve mükedder, kimi zaman da iftiharla olup
bitenleri sanki bir sinema ekranından seyrediyormuş gibi olur ve 80 yıl
önceki olayları hayalinde bir kere daha yaşar. Akıl almaz hadiseler,
dehşetengîz olaylar zaman zaman insana gayri ihtiyarî "olamaz böyle şey"
dedirtir.
Japonların maziden çok iyi ders aldıklarını, Hiroşima ve Nagazaki'nin
bir kısmını II. Dünya Harbi sonundaki durumuyla aynen bıraktıklarını,
çocuklarını önce modern fabrikaları gezdirip ardından bu iki şehri ve
tahribin boyutlarını gezdirip göstererek, "Eğer siz, çalışmaz ve o modern
fabrikaları daha da ileri götürmezseniz, birileri gelir yine sizin
memleketinizi bu hale çevirir" şeklinde ders verdiklerini okumuştum.
Tarihten ders alabilen milletlerin geleceğe daha güvenle bakacakları da
bilinen bir gerçektir.
İşte Çanakkale, ders alacak o kadar çok yönü olan bir hadisedir ki,
belki de Asr-ı Saadet istisna edilecek olursa bir benzeri görülmemiş bir
mücadeledir. Evet o derslerden biri de imanla gerilmiş Mehmetçiğin
akıllara durgunluk veren insanlık dersidir. Ateş çemberi içinde mürüvvet
sergilemesi, şefkat ve merhamet kanatlarını sonuna kadar yerlere
sermesi, aciz ve muhtaçların imdadına koşması eşine az rastlanır bir
düzeydedir. Bu minvalde sayısız örneklerinden bir kaçını müsaadenizle
arzedeyim...
* * *
Hüseyin isminde bir er yaralanmış ve sargı yerinde tedaviye alınmıştı.
Ancak yarası çok ağırdı. Durumunun ümitsiz olduğunu kendisi de
hissediyordu. Onu çok seven arkadaşları etrafında pervane gibi
dönüyor, son anlarında can dostlarını mutlu etmek için elinden geleni
yapıyorlardı. Bu arada hastalara taze ekmek gelmişti. Hemen bir yarım
somun da ona uzattılar. Hüseyin somunu aldı, tam ısıracakken birden
durakladı; ve yeniden ekmeği başucunda bekleyen Mehmetçiklere uzattı.
Onların yemesi için ısrarı üzerine, sahabe ahlakını çağrıştıran şu sözleri
söyledi:
"Kardaşlarım!.. Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Ben nasıl olsa
şimdi işe yaramadan öleceğim.. alın, bunu çarpışacak yiğitlere yedirin de
ekmek boşa gitmesin..."
* * *
General Guro anlatıyor:
Bir gün, bir taarruz sonrası cepheyi dolaşıyordum, yaralı bir Fransız
subayını gördüm ve elini sıkmak istedim. Elimi sıkmadı ve "benim değil, şu
Türk subayının elini sıkınız, o olmasaydı ben şimdi ölmüştüm" diyerek
ilerde baygın yatan Türk subayını gösterdi. Sebebini sordum, subay şöyle
devam etti:
"İkimiz de ağır yaralı idik. O kendi yarasına aldırmadan sargı
paketini çıkardı ve benim şaşkın bakışlarım arasında boynumdaki yarayı
sardı. Rica ederim, yalvarırım onu kurtarınız."
General çok meraklanır, acaba bu Mehmetçik neden kendi yarasına
bakmamış da, düşmanını tedaviye çalışmış. Merakını yenemeyip işin aslını
soruşturur ve şunları öğrenir.
O Fransız subayı yaralanmıştır. Bir kenara çekilir, elini cebine atar
ve cebinden cüzdanını çıkarır. Cüzdanın içinden yaşlı bir kadın fotoğrafı
çıkarıp, bakar, bakar, sonra öper, yüzüne gözüne sürer... Mehmetçik, onun
annesi olduğunu tahmin etmiş ve demiştir ki: "Beni bekleyen ne annem var,
ne de babam... Ben ölsem arkamdan ağlayan kimsem olmaz... Ama bu arkadaşın
onu bekleyen bir annesi var. Bari o sağlığına ve annesine kavuşsun..."
* * *
Harbin en çok kızıştığı bir hengamda birkaç İngiliz subayı esir
alınır. Hemen cephe gerisine götürülür. Yaralı olanlarının tedavisine
bakılır.
Mehmetçik yokluklar içinde mücadele vermektedir. Haftada bir etli
yemek bulurlarsa bayram ederler, çoğu zaman da bir kuru ekmekle
geçiştirirlerdi. Fakat karşı taraf içeceği şaraptan çukulatasına kadar
herşeyi tam tekmildi.
Derken yemek vakti sargı yerine taze ekmek getirilir. Mehmetçik, taze
ekmeği esir subaylara verirler ve kendileri kuru ekmeğe talim olurlar.
İngiliz subaylar, bu işte bir iş var, ekmeği zehirlemiş olmasınlar sakın,
diyerek yemeğe yanaşmazlar. Bizim Mehmetçik ne kadar yeyin, dediyselerde
anlatamazlar. Nihayet, ingilizce bilen Türk subayı gelir. İşi öğrenir ve
sebebini sorar Mehmetçikten. Tam bir Anadolu delikanlısının saffeti içinde
şöyle cevap verir:
"Kumandanım, madem bu adamlara bakacağız, yedireceğiz. Bari taze ekmek
yesinler, onlar bayat ekmeğe alışık değillerdir. Biz zaten askere gelmeden
evvel de köyde bayat ekmek yiyorduk..."
* * *
Çanakkale'de yedi oğlundan dördünü şehid veren Samsun'un Bekdiğin
köyünden Ali Çavuş'un hikayesi de çok ilginçtir. Harbin son dönemleridir.
Mehmetçik süngüyle hucuma kalkar ve düşmanı geri püskürtür. Geri kaçarken
bazı yaralı düşman askerleri de siperlerde kalır daha geri gidemezler. Ali
Dayı, düşman askerlerinden iki tane Anzak askerini bu şekilde siperde
yaralı bulur. Bunları tutar tedavileri için cephenin arkasına getirir.
Orada bir kısım tedavileri ile ilgilenir. Nihayet harp biter. Sekiz ay bu
cephede harp eden Ali Dayı, harp bitince bu iki esiri yanında İstanbul'a
getirir. Kimse zarar vermesin diye de üzerlerine Türk askeri üniformasını
giydirir. Oradan doğru memleketi Samsun'a. Samsun'un Bekdiğin köyüne alır
getirir. Köylü bu iki yabancıya kucak açar bunları bağrına basar. Derken
iki Avustralyalı 1916 yılında Samsun'da yaşamaya başlarlar. Kendilerine
gösterilen tarlayı ekerler, biçerler. Sıcak bir dostluk atmosferi oluşur.
Hayat alabildiğine hoş ve huzurlu devam ede dururken,
bir gün Ali Dayı bunları melûl mahzun görür. Sebebini sorar.
Memleketinden çok uzakta olan bu iki asker, kendi topraklarını ve
akrabalarını özlemiştir. Ali Dayı durumu anlar. Hemen ne yapabileceğini
düşünür. Nihayet, çareyi hanımının altınlarını istemede bulur. Bu ikisini
alır doğru İstanbul'a. Araştırır, soruşturur hemen yakında Avustralya'ya
kalkacak bir gemi bulur. Ali Dayı, eşinin altınlarını bozdurur, bu iki
Anzak askerinin biletlerini alır, yanlarına azık temin eder ve uğurlar...
* * *
İşte, imanla yoğrulmuş bu şefkat abideleri, haksız yere kimseye
kıymamışlar. Hatta, civanmertlikleri sayesinde düşmanları tarafından
bile takdir görmüşlerdir. Öyle ya fazilet odur ki, düşman dahi takdir
etsin. Şimdilerde bu ruha başta bizim ve daha sonra da bütün insanlığın ne
kadar ihtiyacı var. Evet bu yüce duyguları biz nereden aldık ve nasıl
kaybettik. Üzerinde uzun uzun durulmaya değer...
Yanıt: Çanakkale'de İnsanlık Dersleri-Hikayeler
SAKA HÜSEYİN
"İkinci Anafartalar taarruzundan sonra, Türk birlikleri Anafarta Ovası'na ve tepelere yerleşmişti 35. Piyade Alayı 2.Bölük erlerinden Hayrabolu'lu Hüseyin alayın su ihtiyacını gidermekle görevli idi sabahın alaca karanlığında katırı ile yola çıktı.Bigalı Köyüne gidip, kuyulardan tahta, damacanalara su doldurup geriye dönüşünü akşamın karanlığına denk getirmeye çalışırdı.
Katır önde, bizim Saka Hüseyin arkada ama, yola çıkmadan evvel katırının kulağına eğilir, her defasında söylediği sözleri tekrarlardı: "Haydi, Büyük Anafarta Köyünün üstünden 35. Piyade alayının bulunduğu siperlere" katır gide-gele bu yollara alışmıştır.
Fakat yolda, Hüseyi'nin çenesi durur mu? Savaş var imiş! Yığınla yaralı taşırlar imiş, umurunda mı? O bir türkü tutturmuş gidiyordu:
"Pınar baştan bulanır
İner dağı dolanır
Al başımdan sevdayı
Buna can mı dayanır.
Rinna, rinna yarim
Rinna, rinna."
Saka Hüseyin damacanlarına suyu doldurarak "deh" deyip akşam karanlığında yola koyulur.Siperlerde 2. Bölük su bekliyor.Yaralılar daha da çok su bekliyorlar.Birden bire, yanı başında iki karaltı beliriyor.Gavurca haykırıyorlar!
"Dur! kımıldama!"
Hayrabolulu Hüseyin'in yapacak hiç birşeyi yok akıl almaz, gene de eşi görülmemiş büyük bir zeka kıvraklığı ile; düşman erlerine gevrek gevrek gülümsemeye başlar ve eliyle, koluyla katırının sırtında sallanan su damacanalarını gösterir, "Kumandan, kumandan?..." diye geveleniyor ve büyük bir saygı ile anzak kumandanını selamlayarak "Emret gavur kumandan!" der.Derhal bir tercüman bulunur. Saka Hüseyin anlatmaya devam eder.
"Bu su damacanalarını kendi kumandanım gönderdi. Sizin yaralılarınıza hediyemizdir.Düşmanımız susamıştır, susuz kalmasınlar dedi Mülazım Efendi!" ve arkasından ilave etti.Bu sudan verinde bir bardak ben içeyim der!"
Anzak Teğmeni kıpkırmızı kesilir... Gözleri dolar.İlk iş Hüseyin'i kucaklayıp iki yanağından öpmek.İkinci iş, Hüseyin'i tartaklayan devriyeleri bir güzel fırçalamak, üçüncü iş, Hüseyin'i siperin dibine oturtup soluklandırmak, o " comed bell" kutularından, Oxo et suyu özündeni sarma tütünden, cigara kağıtlarından, Topler çikolata paketlerinden bol bol yağdırmak...Bu aldıkları hediyeleri katırın sırtına vurur, kurnaz bir tilki gibi, siperden sipere zıplayıp kapağı ikinci bölük hattına atınca, bu sefer gözleri fal taşı gibi açılma sırası Mehmetçik' tedir."
Baki Vandemir Paşa
Çanakkale Savaşları Komutanlarından.
Yanıt: Çanakkale'de İnsanlık Dersleri-Hikayeler
Çanakkale’de şehit mektupları-İskender Pala
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Şehid Mezadı adlı hazin bir hikayesi vardır. Kurtuluş Savaşı’nda şehid olan erlerin eşyalarının nasıl mezada konup satıldığını, topu topu bir küçücük bavula sığacak kadar olan bu şehid eşyalarını ailelerine göndermenin masraf ve zahmetini falan anlatır bu hikaye. Siz Anadolu’daki şu yoksulluğa bakın ki bir şehidin kurşun deliği açılmış bir kalpağı, altı delinmiş bir potini, eprimiş bir gömleği bile satılacak kadar değerli, öte yandan ailesi de onun parasına muhtaç olacak denli fakir. Peki ya satılmak üzere açılan bavuldan bir şehidin mektupları çıkarsa!..
Bir şehid ki her şeyi mezada çıkarılsa, mektuplarına asla değer biçilemez. Çünkü o mektuplarda yalnızca kan, et ve kemik kokusu değil, kocaman hasretlerin derin aşklarını yüklenmiş bir gönül vardır. O mektuplar ki kurşunların birbirini vurduğu, güllelerin havada göğüs göğüse geldiği cehennemî seslere sükunet verir, vatan aşkını hasretle anılan bir isme bağlayarak cesarete dönüştürür. Kalbinin üstünde böyle bir mektubu saklayan askerin, ‘vatanı için yapabileceği hangi fedakarlık’ vardır diye sorulamaz elbette; o hepsini sırayla yapar ve canını en son verir. Çanakkale Mahşeri’nden okuyalım:
“Bu anda dışarda koşuşma başladı; eski askerler, “Saya geldi! Saya geldi!” diye birbirlerine bağırıyorlardı. (...) Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi’ye çevirince, o da bilgi vermek mecburiyetini hissetti.
-Sai gelmiş. İzmir’in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir. Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler. Bu da onun gelişini çok değerli yapar.
Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı:
Mehmet oğlu Kara Ali!?..
Değişik yerlerden sesler yükseldi:
-Cennet-i A’lâ’da!..
-Mertebesine erdi!..
Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Tekrar bir mektup çıkardı:
-Alsancak’tan Hayati oğlu Salim!
Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı:
-Ver! Buradayım!..
Yanındaki asker, Salim’in sırtına hafif bir yumruk vurdu:
-Kimden geliyor?!..
-Dur, hele zarfın arkasını okuyayım.
Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı:
-Kadir oğlu Hüseyin!..
Değişik yerlerden cevap geldi:
-Şehit!..
-Şehit!..
Onu da diğer göze attı; bu kere işlenmiş bir mendil çıkardı:
-Hasan oğlu Rafet!..
-?!..
Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı:
-Hasan oğlu Rafet!?..
Tanıyanı kalmamıştı. Sai’nin yüz hatları değişti. Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargaha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; ama az da olsa Sai’nin sesini hâlâ duyuyorlardı:
-Musa oğlu Muharrem!..”(1)
Tarihini bilmeyen milletler kendilerine efsaneler uydurur ve gitgide efsanelere sığınmaya başlarlar. Yukarıdaki satırlar henüz hatıra ve tarih iken derlendiği için bahtiyarız. Ya kaybolup gitselerdi!..
*
Çanakkale anılınca kaybolup gitmesine gönlümüzün razı olmadığı bir de şiir var sırada. Binbaşı Mustafa Kemal’in de yer aldığı savaşa adanmış bir gazel bu. Sultan Reşad’ın yazdığı bir gazel. Heyecanla okuyalım:
Savlet etmişdi Çanakkale’ye bahr ü berden
Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden
Lakin imdâd-ı İlahî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal’a-i pûlâd-beden
Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen
Kadr-ü haysiyyeti pâmâl olarak etdi firar
Kalb-i İslâm’a nüfûz eylemeğe gelmiş iken
Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle dua
Mülk-i İslâm’ı Huda eyleye dâim me’men
(...Müslümanlara karşı iki kuvvetli düşman birlik olup Çanakkale’ye karadan ve denizden hücum etmişlerdi...)
(...Şükür ki ALLAH’ın yardımı yetişip ordumuzun her bir neferi çelik bedenli bir kale kesiliverdiler...)
(...Nihayet düşmanlar asker evlatlarımın azimleri önünde diz çöküp aciz kaldıklarını anladılar da...)
(...İslam’ın kalbine hançer saplamaya gelmişlerken, itibar ve şereflerini ayak altına atıp kaçtılar.)
(Ey Reşad!.. Var, şükür secdelerine kapanıp ellerini duaya kaldır ve şu yakarıyı tekrarla: “ALLAH, bu İslam yurduna daima emniyet versin!” )
(1) Bk. Mehmed Niyazi (Özdemir), Çanakkale Mahşeri, 19. Bs. Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s. 389-390
İSKENDER PALA
Yanıt: Çanakkale'de İnsanlık Dersleri-Hikayeler
Savaşların meçhul çocuk askerleri
Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, ''meçhul çocuk askerler'' olarak Türk tarihinde yerini aldı.
Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı, Konya ve Yöresi Tarih Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Nuri Köstüklü, yaptığı açıklamada, Türk milletinin vatan savunması verdiği dönemlerde erkek ve kadınlar kadar çocukların da çok önemli görevler üstlendiğini söyledi.
Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakarlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini vurgulayan Köstüklü, Anadolu'nun hemen her köşesinde, özellikle işgal gören yörelerde, çocukların da bir destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergilediğini anlattı.
Çocuk askerler üzerine bir araştırma yaptığını ve elde ettiği bilgileri bazı seminerlerde sunduğunu dile getiren Köstüklü, bunlardan bazılarını şöyle sıraladı:
''Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa'nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey'in oğlu Hayri, şehit Yolağası'nın oğlu Mehmed Ali, arzuhalci Ali Efendi'nin oğlu İsmail gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey'in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.
TEK BACAĞI İLE MİLLİ MÜCADELEDE YER ALDI
Bu çocuklardan küçük Mehmet ve İsmail, 1920 yılının Ağustos ayında şehrin durumu ile ilgili orduya dilenci kılığında bilgi götürürken düşman askerlerine yakalandılar ve hiçbir konuda düşman kuvvetlerine bilgi vermediler. Serbest bırakıldıktan sonra ateş açılması nedeniyle küçük Mehmet 4, İsmail ise 9 yerinden yaralandı. Mehmet'in hastanede ayağı kesilerek kurtarıldı. Ancak İsmail hastanede şehit oldu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, geri döndükten sonra tek ayağıyla Milli Mücadelede yine görev aldı.''
Köstüklü, bir diğer kahraman Tarsuslu küçük Mehmet'in de mücadelede önemli görevler üstlendiğini belirterek , ''Bu çocuk, Adana cephesinde düşmanla çarpışıldığı zaman Kuvayi Milliye'ye yemek taşır ve postacılık yapardı. Birgün yine vazifesini yaparken kurşun yağmuruna yakalandı. Ağır yaralanan Mehmet, Konya'da tedavi gördü'' dedi.
KAHRAMANLIKLARI TÜRKÜ OLDU
Adanalı çocukların da İstiklal Savaşı'nda milli heyecan ve sorumluluk içinde hareket ettiğini dile getiren Köstüklü, şöyle devam etti:
''12 Haziran 1920'de Fransız ve Ermenilerden oluşan bir grubun Türklere yönelik katliamında, direniş gösteren Türk çocuklarından 10 yaşındaki Mehmet, aldığı kurşun ve süngü yaralarına rağmen hayatta kalmayı başardı, ancak bir bacağını kaybetti. Urfa'da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yaktı. Sebeke dağından indim dereye/Atılıyor bombalar, bilmem nereye/Türk çeteleri dönmez geriye/Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü!/Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü!...''
Köstüklü, Kahramanmaraş savunması sırasında düşmanın önünü kesmesi için kendisine verilen köprü uçurma görevini yerine getiren Sarıca Köyü'nden 14 yaşındaki Ali, milis kuvvetler arasında bir çok yeri dolaşmak suretiyle bilgi alışverişini sağlayan 10-11 yaşlarında Osmaniyeli Niyazi Aykan da Cumhuriyet tarihine adını altın harflerle yazdırdığını ifade etti.
12 YAŞINDAKİ NEZAHAT ONBAŞI
Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey'in kızı 12 yaşındaki Nezahat onbaşının da, bu küçük yaşına rağmen elinde silahı asker kıyafetiyle Türk ordusuyla birlikte çeşitli muharebelere katıldığını anlatan Köstüklü, ''Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi bilen bu kız çocuğu Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı'nın bir mensubu olarak alayla birlikte tam bir asker gibi, cepheden cepheye koştu. Hatta bu Alaya, o bölgede 'Kızlı Alay' denmişti'' dedi.
Köstüklü, Çanakkale Savaşı'na katılan Galatasaray, Konya ve İzmir Liseleri gibi birçok okulun öğrencisinin şehit düştüğünü belirterek, savaşın olduğu dönemde bu üç lisenin mezun bile veremediğini bildirdi.
Vatanın kurtulması için Türk milletinin kadını erkeği ve çocuğuyla tek vücut olarak düşmana karşı koyduğunu ve yabancı unsurları Türk topraklarından attığını belirten Köstüklü, ''Türk çocuğu yeri geldiğinde omzunda silahla cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı, yeri geldi Türk askerine su, ekmek ve mermi götürdü. Bugün kahramanlık destanları yazarak gazi ya da şehit olan bu çocukların birçoğu bilinmemektedir'' dedi.[/size]
Yanıt: Çanakkale'de İnsanlık Dersleri-Hikayeler
İNSANLIK DERSİ
Çanakkale Savaşlar'ında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
"Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz.Hiç unutmam.Savaş sahasında döğüş bitmişti.Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaliyat vermişlerdi.Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım.Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi göleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu.Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin öldürmek istediğin askere ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı.Birşeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı.Benim ise kimsem yok.İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün". Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım.Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı.O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim.Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutan ot tıkamıştı.Az sonra ikisi de öldüler..."
Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları komutanı.